Neredeyse iki aydır bu köşede yazmadım. Şimdi bu kadar aradan çıkıp bir yazıyla memleket meselelerini doğru analiz edip, sağlıklı sonuçlara varabileceğim iddiasında değilim.
Hakemin başlama düdüğüyle topu alıp, onuncu saniyede gol atabilecek bir hünerim yok ne yazık ki. Ya da kendime böyle bir güç veya önem vehmedecek kadar muhakeme yeteneğimi de yitirmedim henüz…
O nedenle bu yazı biraz meselelere girizgah yapmak ve bunca yazma tembelliğinden sonra parmakların klavyeye alışma antrenmanı da sayılabilir belki.
Şaka bir yana böylesi uzun araların ve tatillerin faydası da var bir bakıma. Sakinleşmek, kendimizi sorgulamak, kendimize, özel hayatımıza ve ülke meselelerine gündelik hayatın ve gündemin hızından, aldığımız pozisyonların duygusal inatlaşmalarından ve ettiğimiz sözlerin şehvetine esir olmaktan kurtularak bakma fırsatı da.
Böyle aralar ve yıl dönümleri vesilesiyle kararlar veririz yeni döneme dair. Sigarayı bırakacağım, spora başlayacağım vs… Genellikle de bu yeni kararlar temenniden ibaret kalır, gerçekleşmez. Ülke ve toplum hayatı da biraz böyle galiba.
Yaz başında seçim yapmıştık, kavgasız gürültüsüz. Oluşan Meclisin yüzde 95 oyun temsilcilerinden meydana gelmesi ve de tüm partilerin “yeni anayasa” sözünde en azından mutabakatı sayesinde umut veriyordu da. Ekonomik veriler bazı çürüklüklerine karşın göz kamaştırıcıydı da. Aradan üç aydan kısa bir zaman geçti.
Bugün bulunduğumuz yere bakın. Dünya yeni ve daha ağır bir küresel ekonomik krizin eşiğinde. Suriye’deki kargaşa, İsrail’le Mavi Marmara olayının geldiği nokta, NATO’nun füze kalkanına ev sahipliği kararı, yine ve yeniden Orta Doğu’da değişen güç dengeleri, herkesin farklı hesapları, çıkarları, kavgaları. Avrupa Birliği meselesi gündemimizden çıkalı çok oldu.
Kürt meselesinde başladığımız yere geri döndük. Toplumsal hoşgörü, demokrat ve çoğulcu toplum olma, kadın meselelerinde hala şiddet üreten bir dile teslim olmuş durumdayız. Medya değişecek, siyaset değişiyor derken hala yeninin ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini konuşmuyoruz bile.
Sanki daireler çizerek koşuyoruz ve ne zaman soluklanıp baksak, aynı yerdeymişiz duygusu ağır basıyor. Öte yandan biliyoruz ki, ne problemler ne aktörler ne zaman durduğu yerde duruyor. Her biri kendi dinamikleriyle de birbirini etkileyerek de değişiyor.
Yaşanılan sıkıntıların ne kadarı gerçeklik, ne kadarı kurmaca, ne kadarı yönetilebilir ne kadarı kaçınılmaz ayırt edemez hale geldik. Yapacağımız analizler de o nedenle ne kadar gerçekten anlama çabası ne kadarı temennilerimiz, dileklerimiz, karışıyor bu karmaşa içinde.
Bu karmaşa gibi görünenden yeni bir hayat çıkacak. Kuralları bizim dışımızda yazılmış bir hayatı değil, bizim kendi isteklerimizle, hayallerimizde, yapabildiklerimizle kurduğumuz hayatı yaşayacağız. Mesele bu yeni hayat için ne kadar istekli olduğumuzda. Her birimizin ne kadar bu yeni hayata emek ve müdahale çabası gösterdiğinde.
Babam bir Anadolu kasabasında terziydi. O günün koşullarında hemen herkes gibi, büyüklerin küçülmüş giysilerini küçükler giymeye devam ederdi. Üniversitede okuyan dayımın giysilerini babam ters yüz eder veya onarır, yamar ve önce küçük dayım, son turda da ben giymeye devam ederdik. O yüzden biz çocuklar aramızda bayramlarda giysilerimizi birbirimize gösterirken onarılmış olan ile yeni satın alınmış olanı ayırt etmek için “yeni mi yepyeni mi” diye sorardık. Çünkü bizim açımızdan onarılmış, ters yüz edilmiş olsa da giysi yine de yeniydi. “Yepyeni” olanın cakası da bir başka olurdu elbette.
Ama ülkelerin ve toplumların hayatı yepyeni olmuyor, olmayacak. Yeni, yine bu var olan hayatın içinden, ondan devraldıklarından, onun içinden filizlenenlerden çıkacak. Bu da bireyler olarak da toplum olarak da hayat ve siyaset hünerimize bağlı olacak.