Linç, hiçbir adil yargılama olmadan insanları cezalandırma yöntemidir. Sağlıklı bir yargılama olmadığı gibi, bir ceza yöntemi olarak da öldürücüdür. İlk olarak 18. yüzyılda Amerikan bağımsızlık savaşı sırasında yaşanmıştır. Linç etmek fiili adını, İngilizlerden yana olanları cezalandıran düzmece mahkemenin başkanı olan çiftçi Charles Lynch’den alır. Bağımsızlık savaşı sırasında Lynch ve bazı milis komutanları İngiliz yanlısı olduğundan şüphelendikleri insanları apar topar yakalayıp, yasadışı mahkemelerde yargılayıp kırbaçlama, malına el koyma, zorla askere alma gibi cezalara çarptırıyorlardı. Lynch’in verdiği cezalar ve başkanlık ettiği mahkeme süreçleri daha sonra Meclis kararıyla yasal ilan edilmiştir.
Bu topraklarda sade vatandaşlar arasında başlamış ve gelişmiş bir linç vakası yok. Fakat son yüz yılda devletin “ulus devleti inşa” ve toplumu “tek tipleştirme” politikaları çerçevesinde manipüle ve provoke ettiği birçok linç vakası var. 1915 Tehcir’inden başlayarak 6-7 Eylül’e, Sivas-Çorum-Kahramanmaraş olaylarına değin bir dizi linç vakasının nasıl geliştiğini ve yaşandığını hepimiz biliyoruz.
Bugünlerde diline ve yöntemlerine çok da yabancısı olmadığımız yeni linç girişimleri ve provokasyonları yaşıyoruz.
Önce kutuplaştık, aklımızı ve gönlümüzü Ak Parti yandaşlığı veya karşıtlığına rehin verdik.
Sonra karşımızdakileri ötekileştirdik, düşmanlaştırdık. Gezi’den beri de şeytanlaştırıyoruz.
Ötekilere de kendimize de yabancılaşıyoruz.
Korkularımızı, putlarımızı parçaladığımızı sanıyoruz kendi kendimize bağırırken. Halbuki “normal”i, “doğru”yu, referanslarımızı yıkıyoruz.
Umutlarımıza değil korkularımıza sığınıyoruz.
Bedenimizle gönlümüz, gönlümüzle aklımız ayrışıyor.
Berkin Elvan ve Burak Can’dan sonra vicdanlarımızı da ayırmaya geldi sıra.
Ayrı ölümlerimiz var artık ayrı ayrı yas tuttuğumuz, ayrı hortlaklarımız var ayrı ayrı korktuğumuz.
Mitinglerde, meydanlarda, sanal ortamlarda toplu linçlere girişmeye başladık.
Geleceğe giden yolda lider olacağı sanılanlar, şimdi linçlere komutan olmaya sıvandılar.
Bir kutbumuz Mısır’a öykünürken diğer kutbumuz Suriye olmakla tehdit ediyor.
Ölümlerden ölüm beğenmeye zorlanıyoruz. Ve bunun adı siyaset yarışı oluyor, oy yarışı oluyor.
Ülkenin geleceğine önderlik edecek siyaset adamları, entelektüeller ölüm seçeneklerinin hangisinin daha kolay, daha yararlı olacağını tartışıyor. Diller, sözler yalnızca çaresizlik üretiyor.
Umut nerede?
Umut Berkin’in ve Burak Can’ın babasında.
Önce şunun farkına varmalıyız, artık soru kimin, kaç oy alacağından daha çok “nasıl beraber yaşayacağımız” sorusuna dönüşmektedir giderek. Yaşanan ruhi ve vicdani yırtılmanın öncekilerden farklı ve derin olduğunu görmeliyiz. Berkin ve Burak’ın babaları bunu içgüdüsel olarak fark ettikleri için çocuklarının yaslarını kutuplardan kurtarmaya çalışıyorlar.
Dalga dalga yayılmaya çalışılan bu çaresizliğe teslim olmamalıyız. En azından Berkin’in ve Burak’ın babalarının yaslarının içinden çıkarmaya çalıştıkları umudu duymalıyız. O umut bu memleket ahalisinin ihtiyacı ve talebi aslında.
Bu yıkımı, yaratıcı, yapıcı yıkıma çevirmenin yolunu bulmalıyız.
Öncelikle kategorik yandaş ve karşıtların dışında meramı olanlar arasında ilişki ve diyalog yolları, zeminleri üretmeye, yeni bir dil geliştirmeye çaba göstermek gerekiyor galiba. Sonra da karşılıklı konuşmak, birbirini dinlemek, beraberce düşünmek. Yeniden, yeniden.
Kendi kimliklerimiz, doğrularımız, tercihlerimizle bir arada yaşamanın yollarını, kurallarını arayıp, bulmak zorundayız.
Bu yol zor, meşakkatli, romantik gelebilir size.
Seçenek? Seçenek çaresizliğe teslim olmak.