Küçük, sade, normal şeyler…

Küçük, sade, normal şeyleri unuttuk. Hayatlarımız hep bir yıldızın parladığı anı beklemekle geçiyor. Büyük aşkı, büyük piyangoyu, bir işte fark edilip genel müdür olmayı, bir yazıda keşfedilip medya şöhreti olmayı… Spor yapacaksak illa yamaç paraşütü, öyle yürüyüş falan kesmiyor bizi. Aşksa, illa dünyanın en büyük hikâyesini yazmalıyız. Günlük dertlerimize dair de ülke hayatına dair de hep bir sihirli an beklemekle geçiyor ömürler.

Kim olduğunu, nereden olduğunu, nasıl geleceğini ve nasıl olacağını, ne zaman gerçekleşeceğini, neyi yapacağını bilmediğimiz birileri, yalnızca kendi uygun gördükleri anda, biçimde, yöntemlerle karşımıza dikilecekler ve puf!.. Tüm bireysel veya toplumsal dertlerimiz bitecek.

Yalnızca bulunduğumuz alanda, yapmakta olduğumuz veya yapabildiğimiz işte, gereken emeği ve özeni göstererek gönlümüzü, aklımızı vererek bir şeyler yapmaya çalışmayı unutalı çok oldu. Yalnızca kendimizi, yalnızca sevdiğimizi mutlu etmek için, hak ettiğimiz ve hak ettiği için, özen ve emek harcamak artık seçenekler arasında değil.   

Bunları yaşam gurusu olanlardan her gün duyuyoruz üstelik. Bilmediğimiz bir şey değil yani. Ama sevişeceksek illa pencere pervazı üstünde olsun, öyle sıradan yatakta falan değil, beklentisinden de vazgeçmiyoruz.

Çünkü bu sade, minik, normal şeyleri unutmanın bir avantajı var. Hayata emek harcamanız gerekmiyor. Çünkü o büyük, sihirli an, çözüm, kişi, her neyse gelene kadar emek harcamadan bekleyin yalnızca, yeterli!

Bu mantık ve davranış biçimi siyaseti de tümüyle ele geçirdi. Hiçbir meselemizi, kavga etmeden, cafcaflı, manşetlik laflar ve de küfür, hakaret olmadan konuşamıyoruz. Çözümleri bir adamdan, bir gecede beklemekten de vazgeçmiyoruz. Ya da beceriksizliklerimizi büyük komplo teorileriyle gerekçelendirmek işimize geliyor.

Tüm bir toplum, aydın veya kanaat önderi dediklerimiz de, lider olanlar da aynı hastalığın pençesinde.

Siyaset, talepleri dillendirme ve örgütleme alanı. Siyaset tartışma, ikna ve uzlaşma alanı. Bu teoride kalıyor tabi. Çünkü bizim siyasetçilerimiz değil müzakere, ikna, uzlaşma sürecinin meşakkatini, bayram da beraber çay bile içmezler. Umdum ki, “yeni” bir lider, siyasi aktör var, bu yeni durumdan bir diyalog zemini çıkar. Bizimkiler derhal nasıl buluşulmasının detayları ve niçin buluşmamalarının gerekçelerini ürettiler.

Birinci siyasetçi: Açılıma destek ver

İkinci siyasetçi: Olmaz, önce ne yapacağınısöyle, sonra bakarız

İkisi beraber: Silahlar susmadan olmaz (yani “ellerini yıkamazsan sofraya oturamazsın yavrum” edebiyatı)

Sanırsınız ki bu ülke bir gecede Kürt meselesiyle yüz yüze geldi de ne yapacağımızı, ne yapmamız gerektiğini bilmiyoruz. Farkında mısınız bilmem ama bu gök kubbe altında Kürt meselesi üzerine konuşulmadık, yazılmadık laf kalmadı. Artık mesele siyaset zemininde, adam gibi müzakere, ikna ve uzlaşma üretmekte.

Kimle müzakere? Muhatap kim? Kimi kastettiğini söyle?

Arkadaşlar (belki sayın büyüklerim demeliydim), muhatap sizsiniz be kardeşim, muhatap birbirinizsiniz, parlamentoda elini sıkmadığınız yanı başınızda oturanlar.

Derdini konuşacaklarınız yalnızca dağdakiler, yalnızca bir partinin yandaşları değil. Derdini konuşmanız gerekenler Batman’da intihar eden genç kızlar mesela. Biliyor musunuz aylık 64 TL gelirin altında yani açlık sınırında yaşayan 6 milyona yakın kişinin 3 milyonu, 138 TL aylık gelirin yani yoksulluk sınırı altında yaşayanların yine 3 milyonu Kürt. Şu kadar şehit verdik derken 40,000 yakın Kürt annede evlat acısı çekiyor. Ama büyük iş, büyük gerekçe, büyük çözüm ararken sade vatandaşın derdi unutuldu. PKK Ergenekon veya PKK İsrail ilişkisinde büyük hikâye arayanlara da bakarsanız, bu ülkede 11- 12 milyon sade Kürt vatandaşın hiçbir derdi yoktu da bu örgütlerle, birilerinin büyük planlarıyla ortaya çıktı.

Son bir haftanın bence en dikkat çekici, daha büyük bir hikâyeye başlangıç cümlesi şöyleydi: İş hayatında ve sivil toplumda gerçekten başarılı, “umut- var” dediğimiz, yeni politikacımız buyurmuş:  “Bundan sonra işimiz daha kolay. Işık bizi çekiyor. Biz de ışığa doğru koşuyoruz. Ben son iki buçuk haftadır Genel Başkan’ımızla beraber Anadolu’yla kucaklaşma gezilerine katılıyorum. … Özellikle aracımızın gittiği yerlerde şunu vurgulamak isterim, manzara aynı 9 Eylül’de İzmir’in kurtuluşu, İzmir’in Yunan askerinden kurtuluşu gibi. Balkonlardan atlıyorlar, kahvelerden evlerinden çıkıyorlar. Yaşlısı genci gerçekten bir halk hareketini görüyoruz.”

2010 Türkiye’sinde Yunanlı kim? Kim onları denize döküyor? İktidardakiler seçimle değil, işgalle geldiler de bizim mi haberimiz yok? İktidar değişikliği talebini bu dilden söylemek nasıl bir hikâyeye başlangıç, ben merak ediyorum. Bunları yazınca da sevgili büyüğüm Aydın Engin, “içimizi kararttın” diye kızıyor.

Bunları umutsuzluktan yazmıyorum. Her gün milim milim bulunduğumuz alanlarda, adam gibi işimizi yaparak, büyük dertleri çözebiliriz demek için yazıyorum. Derman, çare, çözüm her neyse kerameti kendinden menkul adamlarda ve olaylarda değil, her bir andaki emek, özen ve umudumuzda. Ve de vicdanlarımızı dinlemekte.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.