Değişiklik paketi tartışmaları üzerine

(Bu yazı T24.com.tr de 5-6-7 Nisan tarihlerinde yazı dizisi olarak yayımlanmıştır)

Önce özetleyelim: Anayasa değişiklik paketinde 29 maddeyi üçe ayırmak mümkün. Birinci gruptaki maddeler neredeyse üzerinde tüm kamuoyunun olumlu mutabakatı olanlar: Kadınlar, engelliler, çocuklar ve yaşlılar için pozitif ayrımcılık, kişisel verilerin korunması; yurt dışına çıkış yasağını sadece mahkemelerin koyabilmesi;  iyi bakım hakkının bir çocuk hakkı olarak tescil edilmesi;  Yüksek Askeri Şura kararlarını kısmen de olsa yargı denetimine açılması; memurların toplu sözleşme hakkı gibi maddeler ve 12 Eylül darbecilerini yargılama yolunu açan Mevcut Anayasa’nın geçici 15. Maddesini kaldırılması.

İkinci gruptaki değişiklik maddeleri genel olarak olumlu bulunsa da geliştirilmesi, iyileştirilmesi tartışılan maddeler.  Memurlara toplu sözleşme hakkı verirken grev hakkının olmaması; ombudsman diye bilinen kamu denetçiliği kurumu ve  eksiklikleri; askeri mahkemelerin görev alanları ve Askeri Yargıtay’la ilgili maddeler ve yeni eklenen geçici maddeler.

Tartışmaların yoğunlaştığı ve asıl kıyametin koptuğu alan üçüncü grup maddeler. Anayasa Mahkemesinin yeni kompozisyonu ve yeni tanımlamaları, Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu’nun yeni kompozisyonu ve yeni tanımlamaları, parti kapatmalarını zorlaştırarak yeniden düzenleyen maddeler de bu gruptakiler.

Tartışmalar neyin üstüne?

Tartışmaları ikiye ayırmak mümkün: içeriğe ilişkin olanlar, süreç ve yönteme ilişkin olanlar. Tartışmalar bu ayrım kadar sade ayrıştırılabilir olsaydı bu kadar kıyamet kopmazdı.  O nedenle bu ayrımdan öncesi bir adım var: Yargı üst kurumlarında değişiklik yapalım mı yapmayalım mı? Bu değişikliği kim ve nasıl yapabilir? Soruları çoğaltabiliriz ama söylensin söylenmesin işin özünde var olan düzen değişsin mi değişmesin mi? Aslında şunu da not etmek gerekir var olan düzenin değiştirilmesi talebiyle bu değişimi Ak Parti öncülüğünde yapılması arasında da bir ayrım, paranoyalar, korkular, niyetler ve bunların tartışılması var.

Bu nedenle her şey birbirine karışmış durumda, serinkanlılığın ve bilginin daha az görüldüğü, her zamanki münazara mantığı ve dilinin hakim olduğu bir tartışma ortamı sürüyor. Sizleri bilmiyorum ama ben kendi hesabıma çoğu köşe yazarının ya da ekran yorumcusunu okumadan ve dinlemeden pozisyonlarının ne olduğunu ve gelecekte de ne olacağını biliyorum. Tartışılan konu ne olursa olsun çekişme aynı paradigmalar, korkular, paranoyalar, saldırganlıklar üzerinden devam ediyor.

Halbuki bu tartışmalar birbirimizi anlamak, dinlemek, dikkate almak ve yeni bir toplumsal mutabakat ve toplumsal huzur için bir fırsat olabilir. Bunun için sade vatandaş indinde genel bir mutabakat olduğunu düşünüyorum ben. Var olan düzenin ve 12 Eylül anayasasının değişmeden sürdürülebilmesinin toplumca kabul edilmediğinin ve de gelecekte de edilmeyeceğinin yüzlerce belirtisi var.

Yargı reformu

Demokrasi gibi daha ulvi söylemler üzerinden değil daha sade gündelik hayat üzerinden kendinize bir an sorun bakalım: Bugün siz, her hangi bir miktar alacak verecek davası için veya kiracı-ev sahibi anlaşmazlığı için ya da hakkınızı aramak adına kamuya karşı bir dava açar mısınız? Açmaya kalksanız ne kadar adaletten umutlusunuz? Adaletin ne zaman ve nasıl tecelli edeceğine güveniniz var mı? Yani adaletten umutlu, güvenli ve emin olarak hak arama yollarını kullanır mısınız? Yoksa umutsuzluktan, gecikmelerden, sürünmelerden dolayı adalete başvurmak düşünce silsilesinde son çare haline mi geldi?

Yalnızca siyasi davalarda değil, sıradan gündelik anlaşmazlıkların çözümünde bile giderek yargıyı ve hukuku devre dışı bırakmaya, en azından güvenimizi tümüyle yitirmeye başladık. Bu ülkede Hrant Dink’in katillerinin davası üç yıldır sürüyor ve hala gerçek katiller ve arkalarındakiler ortaya çıkarılamadı ama def çalarak terörü övdü diye suçlanan delikanlının davası dört ayda tamamlandı ve 11 yıl 8 ay ceza verildi.

Sade, gündelik hayatın dert ve sorunlarına dair davalarda ne olduğunu yazmaya gerek yok. Eminim hepimiz, kendimizden ve çevremizden yüzlerce örnek sayabiliriz. Cevabın net olduğunu düşünüyorum. Hiç birimiz bu günkü yargıya ve adalete güvenmiyoruz. Biz okumuşlar güvenmiyoruz da, sade vatandaş güveniyor mu dersiniz?

Çok açık ki bu ülkede kapsamlı bir yargı reformuna, hatta yargıyı baştan aşağıya yeniden yapılandırmaya ihtiyaç var. Yine çok açık ki yüzlerce kez yazdığımız, söylediğimiz gibi yeni bir toplumsal mutabakata ve bu mutabakatın yeni anayasasına ihtiyaç var. Bu anayasa ve yargı, günün, gündelik hayatın, çağdaş dünyanın, evrensel değerlerin gerisinde kalmış bir deli gömleği. Sade vatandaş için de böyle aydınlar veya okumuş yazmışlar için de böyle.

Referandumda neyi oylayacağız?

O nedenle, hiç anketlere, tartışmalara gerek yok. Hangi anlam yüklenirse yüklensin, neyi oyladığımız söylenirse söylensin, ister Ak Parti’ye ya da muhalefete güven oylaması olsun, ister düzen oylamasına dönüşmüş olsun, bu yargı sisteminde en küçük bir değişiklik bile öneren her bir paket referandumdan geçecektir.

Referandumdan evet çıkması, ne Ak Parti’ye güven ne muhalefete güvensizlik olacaktır. Kim ne derse desin referandumdan evet, var olan yargı sistemini biraz da olsa değiştirme hamlesidir. Bu hamlenin arkasında kimin ne niyeti olduğu veya olmadığının sade vatandaş için kıymeti olmayacaktır.

Şimdi böyle diye paketi, değişiklikleri tartışmayalım mı? Yoksa tartışalım, özgürlüklerin daha da artmasını sağlayalım, siyasetin de demokratikleşmesini savunalım, daha iyiye daha demokrat olana bir adım daha yaklaşmasına emek verelim mi diyelim?

Dolayısıyla mesele evet hayır meselesi değildir. Mesele bu vesileyle neyi ne kadar iyileştirebileceğimiz, düzeltebileceğimiz meselesidir.

Zaten de itirazların gerisinde düzeni, güç dağılımını savunmak isteyenler var. Belki bazıları için “değişim ama Ak parti öncülüğünde değil” dedikleri için itirazlar var. Bazıları için kutuplaşmanın pençesine rehin verdikleri kalemleri ve dilleriyle itiraz veya koşulsuz destek var. Bazıları için koşulsuz iktidar şakşakçılığı için destek var. 

Askerlerce sırtından vurulan 14 yaşındaki Mehmet Ali’yi haber yapamayanlar ile Tekel işçilerinin eylemini haber yapamayanlar iki zıt kutup gibi görünürlerken aynı tuzağın ve hatanın içindeler. Değişim diyorsanız bir kısmı için iktidar yandaşısınız, bazı şeyleri tartışalım diyorsanız da diğer kısım için statükocusunuz. Gladyatörler sizleri de saflarına çağırıyorlar.

Aydın politikacı farkı

İster yönetici ile danışman arasında olsun, ister politikacı ile aydın arasında olsun aynı ilişki biçimi vardır. Zaman zaman itiş kakışlı, zaman zaman uyumlu bir ilişki biçimi sorunlu değil aksine üretken bir ilişkidir. Uzun yıllar sanayi şirketlerinde yöneticilik yaptım. Eğer şirket piyasa yapıcı güçte, nitelikte, büyüklükte değilse çoğu zaman piyasaya ve müşteriye şirket ayak uydurmaya çalışır. Hukuk danışmanı sürekli sözleşmelerde neler olması gerektiğini söyler. Siz ise müşterinin kabul edebileceği maddeler üzerinde hareket etmeye çalışırsınız. Sözleşmeden sorun çıktığı zaman danışman, sorun çıkmadığı zaman siz haklı olursunuz. Hep danışmanlarıma şunu söyledim. “Siz ideal olanı söyleyeceksiniz, ben de olabilir, yapılabilir olanı gerçekleştireceğim. Siz kendinizi benim yerime koyup ideal olanı değil, yapılabiliri söylerseniz çıta hep aşağıya iner. Sizin ideal olanı savunmanız benim çıtayı yükseltme çabamın tetikleyicisi olur.” O nedenle herkes rolünü doğru oynamalı.

Aynı ilişki biçimi politikacı aydın arasında da var. Aydın hep ideal olanı söyleyecek politikacı yapılabilir olanı yapacak. Fakat aydınlar ideal olanı aramaktan ve söylemekten vazgeçerse politikacının çıtası düşer. Aydınlar talepkar olmaktan vazgeçerse yaşamın kalitesi düşer hiç şüpheniz olmasın.

Bakın bu ülke güzel bir örnek yaşadı bu iktidar döneminde. 2004 Yılında Türk Ceza Kanunu yenilenirken kadın hareketi tüm renkleri ve çeşitleriyle hep birlikte bir hamle başlattı.  Hiçbir ideolojik ya da önyargılı bariyer koymadan tüm kadın hareketleri aynı amaç etrafında birleşti, mücadele etti. Başlarken “bu iktidardan bu kadar demedi”, “öncekinden iyi olan minicik de olsa razı olalım” demedi müthiş bir mücadele yürüttü. İdeal olan değilse de birçok konuda töre cinayetlerinden tacize cezaya, zina meselesine kadar yasada iktidarın hazırladığından da ötede birçok iyileşme sağladı. Şimdi bu deneyimi unutup iktidarın getirdiğine daha ilk günden razı olmanın mantığı var mı?

Aydınlarımız da otoriter

Fakat bu noktada iki ayrı mesele var birisi güncel birisi daha ideolojik. Güncel olan zafiyet ülkede yaşanan kutuplaşmayı yalnızca siyasi aktörler üzerinden görmek. Bu nedenle de vesayete karşı çıkış gerekçesiyle iktidarın bazı hamlelerinin yanında olmak. Bu karşılık için de diğerlerini en az statükocular kadar sert ve acımasız ötekileştirmek. “Ama” diyen “bir de şu var” diyen herkesi statükocu olarak yaftalamak. Her zaman söylediğim gibi her namaz kılan tarikatçı, her iktidarın sert muhalifi Ergenekoncu her hak arayan bölücü yaftalamasına beyninizi rehin verdiğiniz zaman işte bu noktaya gelirsiniz.

Bu ülkede en azından mağdurlardan yana oldukları kuşku götürmez birçok aydın Anayasa paketini yetersiz buldu diye bu kadar kolay nasıl yok sayabilir ve hatta daha ileri gidip statükocu diyebilirsiniz ki? Barış Meclisindekiler ya da Eşitlik ve Demokrasi Partisindekiler ya da Oya Baydar, Ahmet İnsel, Osman Kavala mı statükocu? Demek ki demokrat olmanın ölçüsü mağdurdan yana olmak, hayatı boyunca solda yer almak, her şeyini bırakıp devlete muhalif olmak ve bunlar uğruna yaptığınız onca şey, ödediğiniz bedeller, bunca ömür ve mücadele, şimdi “Anayasa paketi eksik” dediğiniz için çöpe atılacak ve statükocu olarak yaftalanacaksınız? Bu suçlamayı yapanlara sormak lazım: Her namaz kılanı tarikatçı ve cumhuriyete düşman sananlardan ne farkınız kalıyor o zaman?

İkinci,  daha vahim ve ideolojik olan mesele ise bizim aydınlarımızın hangi görüşten olursa olsun otoriterliğe, jakobenliğe meyilli oluşları. Cumhuriyetçi olanı da demokrat olanı da (şoven olanları zaten doğası gereği öyle olduğu için konumuz dışı) doğruları bildiğinden o kadar emindir ki, o doğruların hayat bulması için yöntemlerin önemi kalmaz. Giderek o doğruların hayata geçirilmesi için anti demokrat yöntemler bile meşru görülmeye başlanır. Kimse kusura bakmasın, bizim aydınımız, otoriterlik kendi fikrinin geçerli olması için varsa basbayağı otorite yanlısıdır. Yoksa “parti içi demokrasi” safsatadır diye bir demokrat aydın nasıl yazabilir? Ya da seçimlerdeki CHP oy oranına bakarak “Ergenekon zihniyetinin yaygınlığından dehşete düştüm” nasıl denebilir?

 

 

Kutuplaşma ara bölgeleri yok ediyor

Bilgisayarlar onluk sayı sistemine göre değil ikili sayı sitemine göre çalışır. Sıfır ve bir vardır yalnızca. Yani var-yok, evet-hayır, sıcak-soğuk, hep bir adım öncekine göre açık-kapalı, yüksek-düşük vs. Hayatı önümüze hep böyle koyar hale geldik. Evet, referandum sabahı bu ikili cevap üzerinde düşüneceğiz ama tüm tartışmaları bu ikili mantıktan yürütemeyiz. Çünkü bizler bilgisayar değil insanız. Bilgisayarlardan farklı olarak duygularımız, umutlarımız, korkularımız, beklentilerimiz var. Tartışacağız, talep edeceğiz, geliştirmeye uğraşacağız, sistemde açılmaya çalışılan çatlakları büyük yarıklar haline getirmeye çalışacağız. Açılan çatlaklar gökyüzüne doğru, güneş daha çok girsin diye mi, yeryüzüne doğru karanlık görüntüler daha da çoğalsın diye mi bakacağız, değerlendireceğiz. Çünkü biz insanız, her gün yüzlerce kararımızı ve seçimlerimizi, “evet-hayır” üzerinden düşünmeye, yalnızca akların ve karaların var olduğu mekanik bir dünyaya kendimizi mahkum edemeyiz.

Fakat kutuplaşma tam da bu sonucu doğruyor işte. Her şey bulunduğunuz kutuptan bakılarak tanımlanıyor. Karmaşık dürtüler ve nedenlerle de olsa önce tarafınızı seçiyorsunuz sonra o tarafa göre hayatı ve fikirlerinizi yeniden kurguluyorsunuz. Bu kutupta olanlar şu filmi izler, bu tartışma programını dinler, bu TV kanalından haberleri izler şeklinde hayatınızı yeniden biçimlemeye başlama halidir kutuplaşma dediğim şey. Bu kutuplaşmaya rehin olma hali öyle noktalara gelir ki, birilerinin size “iyi” veya “kötü” demesi, öbür kutuptakilerin de sizi tanımlamalarınıza referans haline gelir. Karşı kutuptan birisinin beğendiği ya da kızdığı birisi doğrudan sizin kutbun karşısında ya da yanında olarak tanımlamanızı şekillendirmeye başlar. 

Aynı şekilde fikri planda veya toplumda ara bölgeler yok olmaya başlar. Tıpkı omurların arasındaki diskler gibidir o beğenmediğiniz ara bölgeler. Tüm omurga kemiğinin darbelerden zedelenmesini önlemek amacıyla süngersi, fakat sağlam esnek bir doku bulunur ve omurlara yastık yaparlar. Diskler omurların arasında yer alır ve omurgada amortisör görevini görerek darbeleri emerve omurga kemiğinin sürtünme olmadan hareket etmesini sağlarlar. Disk kayması denen şey disklerin bazılarının normal pozisyonundan kayarak omuriliğe temas etmesi ve bunu sonucunda oluşan sinir iltihapları ve bunun sonucunda da felce kadar varabilecek şiddetli sancılar, kol ve bacak uyuşmaları, fonksiyon kayıplarıdır.

Fikri ara bölgeler ya da toplumda farklı renklerin bir arada olduğu ara bölgeler de aynı omurlar gibi toplumun bir arada olabilme hünerlerinin var olabildiği ve korunduğu yerlerdir. Ara bölgelerin giderek yok olması toplumda gettolaşma, ayrışma demektir ki, sonuçları bu yazının konusunun dışındadır. Bu tehlikeyle en çok mücadele etmesi gereken aydınlar ve akademisyenler şimdi farkında olmadan kendileri bu ara bölgeleri yok saymaya, mutlaka herkesi bir safta olmaya çağırıyorlar.

Tümden yeni Anayasa, hemen şimdi

Tümden yeni, evrensel insan haklarına ve demokratik değerlere dayalı bir anayasaya ihtiyacımız var.

Yasama-yürütme-yargı dengesini yeniden oluşturan, her türlü vesayetten arınmış bir anayasaya ihtiyacımız var.

Yurttaşına güvenen, yurttaşların her birinin kendi kararlarını kendilerinin verebileceğine inanan ruha sahip yeni bir anayasaya ihtiyacımız var.

Birbirimize tahammül sınırlarını çizen değil, bir arada, birlikte, işbirliği içinde, farklılıklarımızla yaşayabileceğimiz düzeni tanımlayan yeni bir anayasaya ihtiyacımız var.

Hepimizin, dil, ırk, etnik köken,  renk, cinsiyet, siyasal düşünce, inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit sayılacağımız bir anayasaya ihtiyacımız var.

Hepimizin kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve özgürlüklerimizin teminatı olacak yeni bir anayasaya ihtiyacımız var.

Kamu hizmetlerine ulaşımda hiçbirimizin dil, ırk, etnik köken,  siyasal düşünce, inanç, din, mezhep, cinsel yönelim gibi kendine ait bilgilerini açıklamak zorunda bırakılmayacağı, bunların kamu hizmetine ulaşımda ayrıcalık ya da kısıtlama nedeni olarak önümüze çıkarılmayacağını sağlayacak yeni bir anayasaya ihtiyacımız var.

Hiç bir hak ve özgürlüğün, diğerlerinin hak ve özgürlüklerini yok etmeye yönelik bir faaliyette bulunma hakkını da vermeyecek bir anayasaya ihtiyaç var.

Bu da talep etmek demek, mücadele demek, emek demek, siyaset demek! Elbette ya hep ya hiç demeden, her bir adımın ve kazanımın keyfini çıkararak ama mücadeleden de vazgeçmeden…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.