Küresel ekonomik kriz bir tsunami gibi yaklaşıyor. Dalgaların ne zaman geleceğini, hangi şiddette vuracağını, hangi yükseklikte dalgaların altında kalacağımızı bilmeden bekliyoruz.
Ülkenin işsizlik, sosyal güvenlik, eğitim, gelir dağılımı, yolsuzluk gibi tüm reel sorunları ağırlaşarak sürüyor.
Kürt sorunu tüm geleceğimizi rehin almış, şiddetin ne gün, nerede, nasıl vuracağını bilmeden, yalnızca münazaralarla sorunu tartıştığımızı ve çözüm üretiyor olduğumuzu sanarak yola devam ediyoruz.
Devlet tıkanmış, neredeyse mahkemelere veya münazaralara taşınmamış tek bir yasa değişikliği veya siyasi karar yok.
Toplumda bulunan muhafazakârlık geleneksel referanslarından koparak giderek dini referansları ağırlıklı hale geliyor, bu sürecin gündelik hayattaki yansımalarını ise her gün görüyoruz.
Toplumdaki siyasi kutuplaşma, hemen her şeyi pençesine almış, gün be gün daha da artarak gündelik hayatın her bir hücresine sızıyor. Artık yalnızca siyaset ve siyasi aktörler değil, din ve hukuk bile doğrudan kutuplaşmanın kimi zaman aracı, kimi zaman ekseni olmuş.
Bütün bunlar, bir buçuk yıldır, aldığı oy oranı ve milletvekili sayısı bakımından tartışılmaz bir siyasi iktidarın olduğu bir ülkede yaşanıyor.
Ve ülke şimdi de yasal zeminde en üst mahkemelerin bir biriyle kapıştığı, kutuplaşmanın ve siyasetin bir parçası olduğu bir ortamda bulunuyor. Ülkenin yüksek mahkemeleri ve yargıçları bile bu kutuplaşmanın pençesinde, tartışmalar kameralar önünde yürütülüyor. Seçmenlerin en azından oldukça önemli bir oranında kuşkular ve vehimler yaratan yeni seçmen kütükleri gibi bir meseleyle beraber yerel seçimlere gidiliyor.
Önce seçim sürecine bakalım. Bu ülkede hep bir demokrasi lafı edildi, her siyasetçi ve parti demokrasi kelimesini programından, sözünden eksik etmedi ama gerçek bir demokrasi de hiç bir zaman olmadı. Başlıca savunu, özellikle sağ partiler tarafından, seçimlerin demokrasinin kanıtı olarak ortaya sürülmesi idi. Seçimlerde baraj varmış, parti içi demokrasi yokmuş, listeler tek bir liderin talimatı ile yapılıyormuş ne gam! Bunlar teferruat sayılırdı, bizi yönetecekleri seçebildiğimize göre demokrat bir ülke idik.
Şimdi bu temel savununun da çökmekte olduğu görülüyor. Şimdiden seçmen listelerindeki hatalardan başlayarak, kasıt, şaibe, hileyle yönlendirme, hemen her şey konuşulur durumda.
Böyle bir ortamda yeni bir yıla giriyoruz. Üç ay sonra yerel seçimler yapılacak. Yeni yılın siyasi olarak ne getirip ne götüreceğini sorgulamaya çalışıyoruz.
22 Temmuz seçimlerinden sonra toplumun ruh hali, kimyası değişti. Son yirmi yıldır gündelik hayatın ritmi değişmekteydi. Daha hızlı yaşanan, karar noktalarının çoğaldığı, iletişim, bilişim ve ulaşımdaki değişimler sonucu göçün hızlandığı, bilginin öneminin arttığı başka bir ritim geçerli artık. Bu değişimler düşünce sistematiğimizi de etkiledi, değiştirdi. Bu yeni ritmin en önemli sonucu da meselelerin daha çok aktörlü, daha çok boyutlu, daha çok unsurlu hale dönüşüyor oluşu. Tüm bunlar da daha karmaşık bir dünya ve gündelik hayat getiriyor önümüze. Bu dünyanın en önemli karakteristiklerinden birisi de belirsizlik ve bilinemezlik. Bu belirsizlik hali de korku ve endişeleri çoğaltıyor, gündelik hayatın bir parçası haline getiriyor.
Bu yeni halin getirdiği zihni değişiklikleri sindirememiş, yasal değişiklikleri yapamamış bir toplumda ve ülkede, maddi ve manevi şiddete yönelme yaygın davranış biçimi, irrasyonaliteye sığınma genel düşünme biçimi oluyor.
22 Temmuz bu açıdan da bir kırılma tarihi oldu. Tıpkı suyun yüz dereceye gelince buhar olması ve tüm kimyasının, kurallarının değiştiği gibi, toplumun da genel ruh hali seçim sonuçları ile beraber tümden değişti. Bildiğimiz hiçbir politik önerme ya da sosyal bilimlerin disiplini veya metodu yaşananları tek bir model veya eksen üzerinden açıklamaya yetmiyor.
En belirgin karakteristiklerden birisi de toplumun giderek kutuplaşmakta oluşu. Siyasi düzlemde başlayan siyasallaşma giderek kutuplaşmaya, siyasi kutuplaşma da giderek kültürel kutuplaşmaya dönüşüyor. Toplumun önemli bir bölümü, ötekileştirdiği kesimler tarafından kendi hayat tarzı üzerinde bir baskı, giderek bir tehdit algılıyor. Bu tehdit algısı hemen her şeyi etkiliyor, gidilen filmlerden seçilen yazarlara ya da kitaplara kadar, toplumun kutuplarının tercihleri kristalize oluyor.
Böyle bir ruh hali içindeki ülke doğal olarak yönetilemiyor da. Yapılan her icraat, önerilen her siyasi çözüm, mecliste yapılan her yasa bu kutuplaşma ve tehdit algısı üzerinden değerlendiriliyor. Dolayısıyla da aklıselim ve reel sorunların gereklilikleri değil, tehditler, örtük niyetler tartışılır oluyor.
Bu ruh hali ile gidilecek yerel seçim sonuçlarında da önemli değişiklikler, önemli oy kaymaları, sürpriz sonuçlar beklenmemelidir. Sonuçlar da, bu sonuçlar üzerinden başlayacak tartışmaların neler olacağı da şimdiden bellidir.
Siyaseten yönetilemeyen ve en azından gelen yılda da sürecek olan durum budur.
1983’den 2002’ye kadar ki sürede işbaşına gelen hükümetlerin ortalama ömrü 16 aydır. Yani tüm dünyanın neredeyse çağ değiştirdiği dönemde ülke siyaseten yönetilememiştir. Tüm o dönem boyunca Türkiye siyaseti, seçim sistemi ile oynayarak, siyasi istikrar tanımını sayısal çoğunluk olarak tanımlayarak tartıştı sorunu. Şimdi görüyoruz ki, sayısal çoğunluk siyasi istikrar üretmeyebiliyor. Siyasi istikrar oy oranlarından bağımsız olarak, siyasi yöneticilerin kendi seçmenleri dışındaki insanların taleplerini, umutlarını, korkularını da dikkate alıyorsa yaratılabilir. Bu ise siyasi zihniyetin değişmesi anlamına gelir. Dolayısıyla, gelen yılın sorunu ya tekrar 80’ler 90’lar gibi yönetilemeyen bir ülke olmak ya da siyaset dünyasının zihniyet değişimini yapabileceği bir ülke olmak arasındaki tercihlere bağlı olacaktır.
Eğer siyaset dünyamız bu zihniyet değişimini yapamaz ve bugünkü kutuplaşma halimiz sürer ise giderek toplumun ortak yaşama iradesinin zayıflamaya devam edeceği, önümüzdeki yılların daha da sorunlu hale geleceği bugünden görülmektedir.