Yine siyaset efsaneleri üzerine

İki tane siyaset efsanesi her zaman ilgimi çekmiştir. Anlamaya çalışıyorum, ama bir türlü de anlayamıyorum. Bu iki efsanenin zihin ve siyaset dünyamızı etkileyen en önemli unsurlardan birisi olduğunu da görüyorum.

Birinci efsane, ne zaman yeni bir siyasi hamle yapsanız, önünüze çıkarılan “birilerin ekmeğine yağ sürüyorsunuz yaklaşımı” olarak adlandırdığım, tembellik ve kaçınma yaklaşımı.
Bizim “çok bilenlerimiz” (aydınlar, entelektüeller, ülkenin eğitim seviyesi en yüksek kümesinde yer alanlar) arasında şu oldukça yaygın kanaattir: Ne zaman olacağını, kimin, nasıl, kimlerle yapacağını, ne amaçla yapılacağını bilmediğimiz bir iktidar değişikliği gereklidir. Adı konulmamış kurtarıcı ve gün beklenerek hayat geçer gider. Önümüze konan hayatı homurdanarak yaşamaktan başka elden bir şey gelmez.

Ta ki birileri çıkar ve kral çıplak der, bir şeyler yapsak der, o zaman da aynı “çok bilenler” beceremeyeceğiniz, ham yapılacağınız, başkalarının işine yarar olacağınız, oyları böleceğiniz üzerine destanlar yazabilirler.

Bu yaklaşımın sahibine sağladığı yararı görmek kolaydır. Her şeye karşı veya her şeyden yana olmak, kişiye müthiş bir tembellik ve sorumluktan kaçma fırsatı tanır. Çünkü her şeye karşıysanız da, her şeyden yanaysanız da hiçbir şey yapmanız gerekmez. Mesele her şeyin içinden bir şeye karşı veya yanaysanız çıkıyor. Çünkü karşı olduğunuz şeyle mücadele etmeniz, yanında olduğunuz şey için emek harcamanız gerekir. “Aman canım sen de, kim uğraşacak şimdi bu meselelerle” fikri size emek ve fikir tembelliği için müthiş fırsatlar sunar. Ama dilinizden çıkan bu değildir elbet, sert muhalefete devam!

“Otuz beş yaş üstünde kimseye güvenme!”

İkinci efsane günümüz gençliğinin apolitik olduğu üzerine. Tabi burada kullanılan politiklik ya da apolitiklik meselesinin eski tanımlardan, politika ve politika yapma tarzından referans aldığını not etmeliyiz.

Özellikle gençlik, yeni düşünce sistematikleri ve zihniyet dünyası üzerine çok güzel şeyler yazan Gündüz Vassaf üstat, Radikal gazetesindeki köşesinde şöyle yazıyordu dün:

 “Gençlikten güç olarak söz etmek ayrımcılık, onlar adına sazı ellerine alanların gençliği, geleceğin güvencesi diye taltif etmeleri kandırmaca değil mi? Gençlik, toplum mühendislerinin en güçlü silahlarından.”

“Türümüzün tarihinde ilk kez gençlerin, yaşlılardan değil, yaşlıların ancak gençlerden öğrenerek hayatlarını idame ettirebildikleri bir dünyada yaşıyoruz. Ava giderken ormanda elinden tutulan tecrübesiz genç, günümüzde, bilimde, sanatta, teknolojide yüzyılımızın geleceğini belirleyecek arayışların öncüsü.”

Bizim araştırmalarımız gösteriyor ki, belli değerler açısından bakıldığında yaş farkı kayda değer farklılık üretmiyor. Örneğin kadına bakış, demokratlık, özgürlükçülük gibi değerlerde gençler ile yaşlılar neredeyse aynı tutumu alıyorlar. Ama yenilikçilik, kolektivistlik gibi değerlerde farklılık çok net ortaya çıkıyor.

Ama asıl farklılık gündelik hayatın içindeki davranışlarda ortaya çıkıyor. Hemen tüm alanlarda gündelik hayattaki davranışlara ve tercihlere bakıldığında 35 yaş altı ve üstü arasında müthiş bir ritim ve tercih farkı ortaya çıkıyor. O nedenle ara başlıkta 68 Gençlik Hareketinin çok bilinen “otuz yaş üstünde kimseye güvenme” sloganını “otuz beş yaş” olarak değiştirerek kullandım.

Düşünce sistematiği değişti

Bu gündelik hayattaki ritim farkı aynı zamanda düşünce sistematiğini de etkiliyor doğal olarak. Ben iki genç kız sahibi bir baba olarak daha yakından farkı izleme şansına da sahibim. Örneğin, benim kuşağım için önemli duygu hallerinden birisi “adanma” duygusuydu. Bir aşka, bir davaya, bir ülkeye kendimizi ve tüm hayatımızı adayabilirdik. Davamız için gerekiyorsa hayatımızın aşkından bile vazgeçebilir, bu vazgeçişin kutsallığının karşımızdaki tarafından bile anlaşılması ve kutsanması gerektiğini düşünürdük.

Bu noktadan bakınca şimdikilerin böyle büyük aşklar yaşayamadıklarını sanabiliriz ama gözlüyorum ki yanılan biziz.  Onlar yalnızca adanmak değil, yanı sıra keyif almak, birbirinden bir şeylerde öğrenmek gibi başka şeyleri de önemsiyorlar.

Biz istiyoruz ki, gençler gelip büyüklerin yanında, büyüklerce tanımlanmış sınırlar ve eylem türleri içinde, büyüklerin işaretiyle başlayıp biten siyasi eylemlerde bulunsunlar. Hâlbuki gençler ise kendi yaşadıklarından, hissedişlerinden üremiş sorun ve çözüm tanımları içinde, kendi gündelik hayat ritimlerine uygun siyaset yapmak istiyorlar. Yani bizim onlara yazdığımız rolü ret ediyorlar.
Şimdi burada hatalı olan onlar mı yoksa biz miyiz? Zaman ve mekândan soyutlanmış üretim ya da eğitim sürecini yaşayan gençlerin hala ve yalnızca ders sıralarından öğrendikleriyle sınırlı ve ibaret olduklarını düşünerek yanılıyoruz. Ya da interneti, sanal dünyayı yalnızca bir araç olarak görerek bambaşka bir dünyayı ıskalıyoruz. Sonra da dönüp gençlerin apolitik oluşları üzerine efsaneler üretiyoruz.

Onları anlamak falan da gerekmiyor. Yalnızca kendi sorunlarını tanımlayabileceklerini, kendi çözümlerini kendi bildikleri yöntemlerle üretebileceklerini kabul edelim yeter.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.