Bekir AĞIRDIR (MAN79), Aralık/2008
Demokrasi ve insan hakları bu ülkede hep bir istek ve arzu oldu. Üstelik bu isteği ve arzuyu dillendirenler, demokrasiyi talep edenler aynı zamanda hep kendilerinin biricik demokrat olduklarını hiç mütevazılık göstermeden önümüze de sürekli koydular. Ama demokrasi ve insan hakları bu ülkede hiçbir zaman da bir gerçeklik olmadı. Demokratlığın ise gündelik hayatın içinde ne kadar yaygın bir tutum ve gerçeklik olduğunu gören gözler görüyor. Hep bir biçimde, bir yere kadar da olsa demokrasinin ve demokratlığın siyasi sistemimizde, sivil toplum örgütlerimizde, özellikle de aydınlarımızda ve üniversite eğitimlilerimizde olduğu varsayıldı en azından. Siyasi sistemde de sivil toplum örgütlerinde de seçimlerin yapılıyor olması bu iddia olunan demokratikliğin göstergesiydi. Tek liste ile gidilmiş, adaylar ve listeler çok dar bir grup hatta bir liderce düzenleniyormuş, muhalefet edenler susturulmuş, oy vereceklerin listeleri eksikmiş bunların önemi de yoktu doğrusu, oy verilebildiğine ve bizi yönetecekleri seçiyor olduğumuza göre gerisi teferruat kalırdı.
Bir başka ilginç nokta da şu ki, demokrasi bu topraklarda hiç yaşam biçimi olarak anlaşılamadı nedense. Siyasi bir söylem olarak o kadar çok kullanılmasına karşın demokrat olmak, gündelik hayatın içinde demokrat olmak hatta evinde, mutfağında demokrat olmak önemsenmedi belki de. Bu söz yanlış diyenlerin, kadına şiddet araştırmalarına ve tartışmalarına bakmalarını öneririm. O kadar özele gitmeye de gerek yok. Yalnızca ODTÜ’lülerin üye olduğu sanal ortamdaki grupların yazışmalarına ve tartışmalarına bakmak bile yeterli. Avrupa Birliği, Kürt sorunu, demokratikleşme, yeni anayasa tartışmalarına girildiği anda ya “bölücü”,”hain”,”soroscu” ya da “Ergenekoncu”, “statükocu”, “darbeci” ilan edilmek o kadar kolay ve sıradan bir durum ki, artık neredeyse gruplarda yazışılmıyor, dostluklar bitiriliyor, sıcak selamlar esirgeniyor. Manevi şiddetin dili her yere ve her şeye hâkim olmuş. Üstelik suçlamalar bile kendi kalemimizden, klavyemizden çıkmadığı gibi, hepimizin “belgelerim” dosyalarında muhtelif köşe yazılarından biriktirilmiş, hatta kaynağı bile belli olmayan Powerpoint sunumlar hazır, gönderiyoruz bir tane, sorunu çözüyor ve tartışmayı da noktalıyoruz.
Peki, ne oldu da böyle oldu? Başka bir soru, ODTÜ kökenlilerin sanal gruplarında durum böyle de diğer gruplarda, gündelik hayatın içinde, siyaset zemininde durum farklı mı? Hayır. Ülkede müthiş bir kutuplaşma yaşanıyor. Sanıldığı gibi yalnızca bugüne özgü, siyasi aktörler arasında ve yalnızca siyasi zeminde var olan bir kutuplaşma değil bu. Sıradan insanların, gündelik hayatın içine girmiş, giderek yayılan ve derinleşen bir kutuplaşma süreci yaşanıyor. İnsanlar, aynı hayat tarzından, aynı beğenilerden, hoşlanmalardan yola çıkarak bir arada olmaya, ortak siyasi tercihe gelmiyor, tersine siyasi tercihine göre diğer fikirlerini, beğendiği filmleri, okuduğu yazarları, gazeteleri ve giderek tüm hayat tarzını biçimliyor. Değerlerden siyasi tercihe, bir parti yandaşlığına varılmıyor, parti yandaşlığına göre tüm değerler bile yeniden siyasi tercihlere göre kurgulanıyor, değiştiriliyor.
Siyasileşme süreci 22 Temmuz seçimlerinden önce başlamıştı ve vardı, gözlenebiliyordu. 22 Temmuz seçimlerinin sonuçları ile beraber sonrasında yaşananlar kutuplaşmayı getirdi. İlkbahar aylarında AKP kapatma davası ile kutuplaşma tartışmaları gündeme geldi ama özellikle medyanın da yönlendirmesi ile yalnızca kapatma davası ve Ergenekon davası kapsamında olan bir süreç olarak yorumlandı, kapatma davası kapanınca da tartışma gündemden düştü. Hâlbuki yaşanan yalnızca iki dava endeksli değildi, bitmedi, ayrıca da gündelik hayatın tüm hücrelerine doğru yayılıyor. Bu noktada medyanın bu süreçteki kutuplaşmayı artıran, sürdüren etkisini de göz ardı etmemeliyiz. Özellikle olan biteni yalnızca köşe yazarları üzerinden izliyorsanız, tartışmalarla ilgi tüm bilgilenmeniz yalnızca köşe yazarları üzerinden ve hatta tüm entelektüel beslenmeniz yalnızca referans aldığınız köşe yazarları üzerinden ise yaratılan bu psikolojinin dışında durabilmek de olanaksız.
Yaşanılan kutuplaşma siyasi düzlemde başladı. Türkiye’nin en temel sorunlarından olan Kürt sorunu ve siyasal İslam sorunu son 25 yılına damgasını vurmuş durumda ve bu ağırlık hala da sürüyor. Bu iki sorun da bu topraklarda uzunca bir süredir var olmakla beraber son 25 yılda her ikisi de evirilerek değişiyor, büyüyor ve asıl önemlisi karakter değiştiriyor. Her iki sorun da hem iç dinamiklerin hem de dış dinamiklerin etkisi ile günden güne daha da ağırlaşıyor. Kürt sorununu terör sorununa rehin ettiğimiz ve iki meseleyi bir birinden ayırarak konuşamadığımız için bir türlü çözüm koşullarını da oluşturamıyoruz. Aynı şekilde siyasal İslam sorununu da üniversitelerdeki türbanlı kızlar sorununa rehin ettiğimiz, meseleleri birbirinden ayırarak konuşamadığımız için uzlaşma yollarını üretemiyoruz. Kürtlere özerklik olur endişesiyle yerel yönetimler reformunu, siyasal İslamcılar ele geçirir korkusuyla merkezi yönetim reformunu yapamıyoruz. Bu iki sorun hem devleti yeniden yapılandırmanın, hem demokratikleşmenin önündeki tıkaç görevini sürdürüyor. Dolayısıyla da Türkiye çağdaşlaşma ve modernizasyon projesini reforme edip, mecburi yurttaşlıktan gönüllü yurttaşlığa, monolitik toplumdan demokratik topluma dönüşmenin önündeki engelleri aşamıyor. Bu ve diğer engeller aşılamadığı gibi, var olan yapıyı aynen sürdürmenin ve değişen gündelik hayatın ritmine ayak uyduramamanın tüm sıkıntıları ve sıkışmışlıkları her gün şiddetini artırarak yaşanıyor.
Ülkenin ve reel politiğin sorunları ise aynen sürüyor. Eğitim, sosyal güvenlik, sağlık, gelir dağılımı, kentleşme, konut, hangi sorunumuzu ele alırsak alalım tüm ağırlığı ile gündemde. Bu ülkede üniversite seviyesinde eğitim alabilmiş insan sayısı yalnızca % 12, hanelerin % 10’una giren gelir sıfır, hanelerin % 17’sinde hala yeşil kart dâhil hiçbir sosyal güvenlik yok. Nüfusun % 20’sinden fazla insan hemen yarın sabah bulunduğu yerden daha iyi bir hayat için göç etmek istiyor, göç ederek geldiği varoşlarda hiçbir hukuksal ve yönetimsel sistemin kendine yardımcı olmadığı, kendini korumadığı gibi aksine dışlanmış, ötekileştirilmiş bir hayat sürüyor. Dolayısıyla sıradan insanlar gözünden bakınca hiç kimse bu koşullarla hayat aynen devam etsin istemiyor. Duasını ederek yatınca sabah uyandığında sorunlarının çözülmüş olacağını falan da ummuyor. Tıpkı yalnızca Atatürk sevgisini taşımanın da sorunlarını çözmeye yetmeyeceğini bildiği gibi.
Bu kadar yoğun somut derdin ve sıkıntının yaşandığı gündelik hayat ise eski bildiğimiz ritminin dışında akıyor artık. Her şeyden önce ulaşım ve iletişim teknolojileri kaynaklı bilgi tanımı değişiyor, deneyim anonimleşiyor, örgütlenme modelleri değişiyor, standardizasyon değişiyor, vb. Hayat daha hızlı akıyor, hemen herkes ulaşamadıklarının, kaçırdıklarının ne olduğunu, nerede olduğunu biliyor. Yalnızca iş yapma metotlarındaki değişiklikler bile farkında olmadan gündelik hayatın içinde hemen her şeyi etkiliyor. Merkezi karar odakları yerine karar merkezleri çoğalıyor, milyonlarca noktadaki minicik görülen kimi kararlar, sanılandan çok şeyi kısa sürede etkiliyor. Tüm bu hızlı ritmin içinde bilinemezlik ve belirsizlik artıyor. Neyin neden neyin sonuç olduğu bu hızlı ritm içinde eski bildiğimiz yöntemlerle o kadar kolay belirlenemiyor. Artık daha çok aktörün, daha çok unsurun, daha çok boyutun olduğu, kısaca daha karmaşık bir gündelik hayatın içindeyiz hepimiz. Her bir aktörün, unsurun, boyutun neyi, ne zaman, nasıl etkilediğini de önceden kestiremiyoruz. Dolayısıyla yeni hayatın ritminin en önemli özelliği olan bu belirsizlik ve bilinemezlik hali nedeniyle de bildiğimiz modeller ve yaklaşımlar gündelik hayatın içinde birçok şeyi açıklamamıza yetmiyor. Bu bilinemezlik aynı zamanda endişeleri, korkuları da çoğaltıyor, korku ve endişe gündelik hayatın içinde önemli bir karakteristik olarak ortaya çıkıyor.
Bir başka karakteristik değişiklik, bu hızlı ritmin içinde olanlara göre değil beklentilere göre tutum geliştirmeye başlıyoruz. Beklentiler ve beklentilerin üzerine oturduğu algılar giderek daha önemli bir hale dönüşüyor. Yani gündelik hayatın ritm değişikliği düşünce sistematiğimizi de etkiliyor ve dönüştürüyor. Tüm bu değişimleri yalnızca küreselleşme, yalnızca emperyalizm üzerinden açıklamak ne yazık ki yetmiyor. Aynı şekilde her şeyi eski bildiğimiz toplumsal kavramlar üzerinden açıklamalarda yetersiz kalmış durumda. Örneğin kimlik taleplerini önceki bildiğimiz toplumsal çözümlemelerle, örneğin yalnızca sınıf tanımları ile açıklayabilmek, politikalar üretmek olanaklı değil. Yeni bir paradigma üretmeden, meselelere multi-disipliner yeni modeller üretmeden eski bakış açılarıyla, bilgi ile, modeller ile bakmak yetmiyor, yetemiyor. Yalnızca nükleer tıptaki gelişmelerin beslenme alışkanlıklarındaki sonuçlarını bile gözle, gündelik hayatın içinde, her gün hepimiz görebilirken, bu camianın insanları işlerinde her gün yeni üretim, yeni satış, yeni yönetim tekniklerini ve yöntemlerini kullanırken, mesai dışındaki hayatımızda diğer insanları ve toplumu 30 yıl öncenin teorileriyle açıklayamadığımızı itiraf etmeliyiz.
Demem o ki, ülkede yaşanan kutuplaşmayı da tek bir eksen üzerinden de açıklayamayız. Laiklik-antilaiklik, sol-sağ, merkez-çevre, ilerici-gerici, otoriter-demokrat, yerel-küresel, değişimci-tutucu gibi birçok eksenden hiç birisi tek başına bu kutuplaşmayı açıklamaya yetmiyor. Bildiğimiz eksenler meselenin bir kısmını ya da o gün gündemde olan pozisyon alışları açıklasa bile meselenin bütünün açıklamıyor. Ama köşe yazarlarımız, TV’lerdeki münazaracılarımız hemen her şeyi biliyor olmanın rahatlığı ile tek bildikleri eksenden, her gün, yaşananları açıklamak için gerçekliği parçalıyor, bozuyor, açıklıyor, her akşam da kendi gerçekliklerini yeniden kurguluyorlar. Din, üniversiteler ve tüm bir hukuk sistemi bile bu kutuplaşmanın pençesine düşmüş. Tüm bu sorunlara çözüm üretecek siyaset ise bizatihi kendisi hem bu kutuplaşmayı körüklüyor, hem ondan besleneceğini umarak sürdürüyor.
Ama sıradan yurttaşların içine düştüğü tuzak, giderek gündelik hayatların da bu kutuplaşma üzerinden yeniden kurgulanıyor oluşu. Dolayısıyla temel sorunlarımız hem aynen duruyor hem de giderek karakterleri değişiyor, çözümsüzlüğün kalıcı haline doğru sürükleniyor. Örneğin Kürt sorunu, katman değiştiriyor, devlet-birey arasında olan sorun giderek toplumun iç sorunu haline dönüştü. Bu hali ile gündelik hayatın içinde her gün dehşet büyüklükte bir toplumsal çatışmaya dönüşme riski ile koyun koyuna yaşıyoruz. Toplumun iç mutabakatları bozuluyor, ortak yaşama iradesi zayıflıyor. Bu duygu hali ise kendi başına bile giderek sorunu çözümsüzlüğe sürüklüyor.
Tüm bu karmaşıklık ve kutuplaşma içinde gidilecek yerel seçimler, ülkenin yarınlarına bir çözüm umudu taşıyor mu? Hayır, aksine birçok sorunu ve özellikle kutuplaşmayı daha da artıracağı şimdiden görülüyor. Seçimlere gidilirken kentleşme, kent bilinci, kent kültürü, imar planları, konut politikaları, kültür politikaları, kararların demokratikleşmesi, karar süreçlerinin demokratikleşmesi, vb. tartışmaların hiç birisini yapamıyoruz. Kimse bunları konuşmuyor, konuşmaya da ihtiyaç duymuyor. Partilerin, siyasi aktörlerin, köşe yazarlarının neyi, nasıl tercih ettikleri, her birinin hangi partiye oy atacağını neredeyse şimdiden yazabiliriz. Peki, ama sıradan yurttaşlar neye göre oy verecek?
Oy vereceği parti tercihinin, hiç kimse için her gün tartışılan, her gün üzerinde muhakeme yürütülen ve her gün değiştirilen bir karar olmadığını biliyoruz. Hele bu kutuplaşma ortamında, hele de kutuplaşma giderek hayat tarzlarını bile belirleyen bir unsur haline dönüşmüş ise, seçmen olarak her birimiz her gün oy vereceğimiz partiyi düşünüyor, seçiyor muyuz? Bir haberle, bir köşe yazısıyla, bir TV tartışmasını izleyerek bu kararı her hafta, her ay değiştiriyor muyuz? Bizler böyle düşünmüyorsak, sıradan yurttaşların, reel sorunlar içinde açlıkla, yoksullukla, issizlikle, hukuksuzlukla boğulan insanların her gün bu kararlarını değiştiriyor olduklarını nasıl varsayabiliriz? Seçmenin beyni ve algısı beyaz bir defter gibi bir söylemi hemen anladı, kavradı, muhakeme etti ve karar verdi biçiminde çalışmıyor ki. ODTÜ’lü yöneticiler olarak, pazarlama, satış, reklam, tanıtım politikalarını oluştururken tüm bunları biliyor, dikkate alıyor ve uyguluyoruz. Ama iş siyasete gelince insanların bir nutukla, bir adayın ismiyle, bir yolsuzluk haberiyle, bir afişle, iki kilo pirinçle oy vereceği partiyi seçeceğini varsaymakta sakınca görmüyoruz.
Bizim araştırmalarımız, kutuplaşmayı ama en az onun kadar da insanların reel sorunların altında nasıl boğulduklarını gösteriyor. İnsanların, giderek siyasetten umutlarının tükenmekte olduğunu her hafta görüyoruz. Reel sorunlardan kurtulma, somut koşullarının değişmesi talebini, umutlarını, etnik kökeninden-mezhebinden-kılık kıyafetinden-inandıklarından-tercihlerinden dolayı ötekileştirmelere karşı kabarmakta olan umutsuzluğunu ve tüm bunların ötesinde de kabarmakta olan öfkesini hissediyoruz. Oy vereceği parti hangisi olursa olsun O’nun O partiden beklentisi ile O partinin diğerleri gözünden tanımının ne olduğu da farklı. Bizlerin belki ıskaladığı önemli noktalardan birisi de burası.
Bizler de dâhil bu tartışma gündemi, biçimi, üslubu ve zemini ile gidilmekte olan yerel seçimlerin, çözüm değil daha derin tartışmalar, endişeler üreteceğini söylemek için kâhin olmak gerekmiyor. 22 Temmuzdan beri ülkeyi yönetemeyen siyaset, yerel seçimler sonrası daha da tıkanacak, 1983–2002 arasında yaşadıklarımız gibi yeniden yönetilemeyen bir ülkede yaşamaya başlayacağız. Bu yönetilemeyen ülkenin, küresel krizle, Kürt sorunuyla, hukuksuzlukla harmanlanmış, kutuplaşma ile keskinleşmiş sorunlarının hangisinin hangisini, nasıl ve ne oranda etkilediğini bilemeksizin, her gün TV haberlerinde gerginlikleri, kavgaları kısaca gündelik hayatın içinde giderek yayılan ve çoğalan şiddeti izlemeye devam ediyor olacağız. Ta ki, yeni bir siyaset tarzı, yeni bir siyasi model üretmeyi başarana kadar bu gerilim bitmeyecek. Galiba bizlerin sorunu, biraz da bu ön kabulden yola çıkamamak kadar gereken emeği harcamak konusundaki niyetsizliğimiz.