Şimdi, yine bir zihniyet sınırına vardık. Gündelik hayatta karşımıza çıkan birçok durumu bildik zihniyet haritalarıyla ve kavramlarıyla açıklamakta zorlanıyoruz. Bildik zihniyet haritalarına göre karşımıza çıkanları anlamlandırmakta ısrar ettikçe de çıkmaz sokaklara giriyoruz. O zaman da ya komplolar ya da kendimizle bile çelişkiye düşen anlamlandırmalar çıkarıyoruz.
En özgürlükçü değerleri sahip olan, kendi özel hayatında özgürlükçü tutum ve davranışları öne çıkan, hayatındaki en öncelikli korkusu özgürlüğünü kaybetmek olan bizim akvaryumun endişeli modernlerinin, toplumsal hayatta Kürtlerin taleplerine ya da türbana bu kadar tutucu yaklaşmaları buna en iyi örneklerden sayılabilir.
Dillerinden demokrasi lafını düşürmeyenlerin sanatçılara, yaratma özgürlüğüne, eleştiriye nasıl tavır aldıklarını, Tophane ve Kars’taki sanatçılara hangi dil ve zihniyetten yaklaştıklarını da gördük. Ya da vesayetle bu denli haklı derdi olanların KKTC’deki başka türden bir vesayete karşı çıkanlara nasıl tavır aldıklarını da dinledik.
Yalnızca farklı fikre değil, farklı hayatlara, anlayışlara, kimliklere bakışımızda siyasetçilerin de entelektüellerin de sade vatandaşın da bakışında sorun var. Bu tür hoşgörüsüzlük ve hatta ötekine düşmanlığa ve şiddete dönük dil ve zihniyetin yaygınlığını gördükçe anlıyorum ki, bu ülkenin neredeyse yüzyıla yaklaşan asimilasyon politikaları ve eğitim sistemi önemli ölçüde başarılı olmuş.
Hayatı boyunca bir Ermeni veya Yahudi ile ve hatta bir Kürt ile komşu olmamış insanlar o farklılıkları düşman sanıyor. Bir türbanlı genç kızla bir kez sohbet etmemiş, o kızın hayallerini, beklentilerini kendi sözlerinden bir kez dinlememiş insanlar türbanlıların ülkeyi karanlığa götüreceğine inanıyor. Hayatında bir Arap ülkesi görmemiş, Arap edebiyatından bir tek roman ya da şiir okumamış insanlar, Arapların siyaseten ne kadar hain ruhlu, geri kafalı, geri kalmışlığı hak ettiğine inanıyor.
Kelaynaklar yok olmasın diye kampanyaya katılır ama etnik farkı yok sayar
Bazı okurları kızdırma pahasına yazayım, araştırmalarda genel olarak en dikkatimi çeken durum, eğitim seviyesiyle beraber hoşgörüsüzlüğün artıyor olması, ötekileştirmenin ve giderek şiddet dolu dilin daha kolayca kullanılıyor oluşu.
Doğada kesilen tek bir ağaç için, kaybolan tek bir bitki veya hayvan türü için içtenlikle üzülenlerin, kampanyalara katılanların farklı kimlik, hayat tarzı ve fikirlere karşı tutumlarını gördükçe her seferinde şoke oluyorum.
Bir an tahayyül edin, doğada tek tür hayvan, tek tür bitki olsaydı nasıl bir yaşam olurdu? Tek kelimeyle korkutucu değil mi? Doğayı ve hayatı sürdürülebilir kılan şey farklılıktır, çeşitliliktir, türlerin zenginliğidir.
Belirsiz geleceğin sigortası çeşitliliktir, farklılıktır
Yeni hayatın temel karakteristiklerinden birisi belirsizliktir. Bu denli çok aktörlü, eksenli, boyutlu hayatın ne yana doğru evrileceğini bilemeyiz. Bu nedenle de yeni hayatın bir başka karakteristiği öngörülemezliktir.
Şu anda bildiklerimiz ve tanımlarımız içinde, tek hayat tarzına, tek fikre, tek model ve yöntemlere dayalı bir hayat doğaya da aykırıdır. O hayat tarzı, fikir, model ve yöntem bugün bildiklerimiz ve bugünkü zihniyet haritalarımız içinde en ideali olsa bile. Ve hatta bu kıstırılmışlık kendi başına ürkütücü ve tehlikelidir de.
Yapmamız gereken, geleceğin belirsizliği ve bilinemezliğine karşı, çeşitliliği korumaktır. Yeni duruma yeni çözüm ve yöntem üretme potansiyellerinin var olabilmesinin yolunu açmaktır.
Esas bu değişkenliktir geleceğin belirsizliğine karşı hayat sigortamız. Belki de bugün maraza fikir ya da parazit sandığımız farklılıklar gelmekte olanın sinyalleridir.
Demokrasi farklılıkların var olmasının yoludur
İşte bu farklılıkların hayat bulabildiği, bir arada çeşitliliğin var olabilmesinin yoludur demokrasi. Bu topraklarda demokrasi anlayışı hep sınırlı, kısıtlı oldu. Siyaset demokrasiyi hep çoğunlukçuluk olarak algıladı çoğulculuk olarak değil. Seçimler yapıla geldiği için demokrasi hep var sayıldı.
Bu seçim sistemiyle, siyasal partiler yasasıyla, toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasalarıyla, dernekler ve vakıflar yasalarıyla hukuki yapı da hiç bir zaman demokrat olmadı. Ama asıl önemlisi zihniyetler demokrat olamadı.
Farklılıklar hep bütüne yönelik siyasi tehlike olarak algılandı. Çünkü farklılığın talepleri bizatihi siyasi talep olarak ele alındı, var olma hakkı olarak değil. Örneğin Kürtlerin anadillerini kullanma, anadillerini öğrenme, anadillerinde eğitim talepleri bir siyasi talep olarak ele alındı ve bütünlüğe yönelik tehlike olarak algılandı. Halbuki Hrant Dink’in tanımıyla, ana dilinde konuşmak, eğitim almak karın gurultusu gibi bedenin ayrılmaz bir parçası. O nedenle siyasi talep değil, varoluşun bir unsuru.
Hayat şimdi bu sorunlu zihniyet haritalarının yetmezliğini hemen her alanda önümüze çıkarıyor. Sorunları var olanın sınırlamaları içinde değil, gelecekteki hayatımız, gelecek hayatımızın gerekliliği üzerinden ele alsak belki de daha çabuk mutabakat üretecek ve çözeceğiz.