Köşe yazma fırsatı bulunca ya da kendimize biçtiğimiz değer arttıkça önemli ve büyük laflar etmek zorunluluğu varmış ya da okur veya karşımızdaki bunu beklermiş gibi davranıyoruz nedense.
Hayat ustam Tarhan Erdem’den öğrendiğim önemli şeylerden birisi, bazen düşünülen meseleyi sade tanımlarla anlamaya çalışmak.
Özel hayatımızda eşimizle, sevgilimizle ya da iş hayatımızda her gün yüzlerce konuda ortak karara varıyoruz. Farkında olmadan her gün belki de üzerinde çokça düşünmeden yüzlerce uzlaşma üretiyoruz.
Bir an durup düşünelim, alt alta not edelim, nedir uzlaşma? Ya da ne değildir uzlaşma?
Uzlaşma, zora başvurularak gerçekleştirilen anlaşma değildir.
Uzlaşma, psikolojik zorlamalarla ve o anın koşullarından yararlanarak diğerini ikna olmuş gibi davranmasını ve size uymasını sağlamak değildir.
Uzlaşma hiyerarşik pozisyonunuzun ima ettiği gücü kullanarak karşı tarafa istediklerinizi kabul ettirmek değildir.
Uzlaşma bir tarafın taleplerinin dışlanması, yok sayılması değildir.
Uzlaşma birbirine çok benzeyen tarafların ittifakı, işbirliği, ortaklığı değildir.
Uzlaşma aramanın birinci koşulu
Uzlaşma aramanın birinci ön koşulu tarafların birbirini taşıdıkları değer bakımından eş düzeyde olduğunu kabul etmektir.
Uzlaşma arayışında önerilerin karşılıklı olarak iç içe geçmesinin olanaklı olduğu kabul edilmeli ve hatta bu amaçlanmalıdır.
Tarafların her biri hem etkili, hem esnek olmalıdır.
Her biri hem diğerini değişime uğratmaya, hem de diğerince değişime uğratılmaya hazır olmalıdır.
Tarafların her biri diğerine karşı empati duymaya çalışmalı, onun talep ve arzularını anlamaya çalışmalıdır.
Tarafların her biri diğerinin koşullarına, taleplerine aklı kadar vicdanını da kullanarak yaklaşmalı, kendi taleplerini vicdanının süzgecinden de geçirmelidir.
Taraflar uzlaşma sürecinde, yapıcı, olumlu, diğerinin duyarlılıklarına, değerlerine, kutsallarına saygılı bir dil kullanmalıdır.
İşin başında ‘kırmızı çizgi’ ilan edilmemeli
Kırmızı çizgiler, “olmazlar”, “kesinlikle imkânsızlar” sürecin başlangıcında ilan edilip, tarafların her biri kendinin değişme ve dönüşme olasılığını baştan ret etmemelidir.
Uzlaşmanın, beraberlik, bir arada olma, beraber yaşama arzusunu gerçekleştirmenin ön koşulu olduğunu kabul edilmelidir.
* * *
Buraya kadar yazdıklarımı hayat gurusu ya da iş gurusu gibi yazsaydım ve okur da bunları hayat veya iş üzerine öğütler olarak okusaydı, muhtemelen çok beğenilecekti.
Ama bunları siyasette, toplumsal meselelere dair olması gerekenler olarak söyleyince, birçok kişi burun kıvıracaktır. Hele hele aynı uzlaşma tanımlarını Kürt sorunun çözümü, yaşanan toplumsal kutuplaşma belasının aşılması için gereken sürecin sade ilkeleri olarak söyleyince galiba iş çetrefilleşiyor.
Benim açımdan ise fark yok. Yaşadığımız hızlı gündelik hayatın ritmine ayak uydurabilmenin, yaşanan sorunların karmaşıklığıyla baş edebilmenin yolu, birinci olarak sorunları ve çözümleri sadeleştirmek.
İkincisi de gündelik hayatımızda, işimizde, özel hayatımızda geçerli olan tutum ve düşünüş biçimimizi hayatın her alanında ve herkese karşı aynı biçimde kullanmak.
Örneğin evinde şiddet, en hafifinden manevi şiddet düşkünü olup ülkeye demokrasi nutku çekebilenleri ben anlayamıyorum.
Kendi özgürlüğü, hakları için kaplan olup diğerlerinin hak ve özgürlüklerine duyarsız kalanları da anlayamıyorum.
Kendi özgürlüğünü kaybetme riskini, kendi hayat tarzının baskı altında olduğu kaygısını içtenlikle hissedenlerin, diğerlerinin özgürlüklerinin baskı altına alınmasını talep edebiliyor olmalarını anlayabilmem de olanaksız.
* * *
İki gündür sevgili Doğan Akın’ın özetlediği yaşanmışlıkları bir kez de vicdanımızla okuyalım, kendimizi o insanların yerine koyalım ve bir an anlamaya çalışalım. Kendi ana dilinizi kullanma hakkınızın bile karşısına 10 yaşındaki çocuk ağzından “anneniz de size niye Türkçe değil de Kürtçe öğretiyor” lafı çıkarıldığında ne hissederdiniz?