Ütopya isimli çeşitli yazarların denemelerinden oluşan kitaptaki yazısında, Pınar Kür kendi ütopyasını anlatmaya şöyle başlıyor: “İki saattir makinenin başında oturuyorum. Ütopyamı yazacağım ama yazamıyorum. Çünkü ne yazacağımı bilemiyorum. Yıllardır sürdürdüğüm (ülkenin insanlarının sürdürdüğü) bunaltıcı yaşam, ütopyaları yok mu etti?”
1 Mayıs için yazdığım bir önceki yazıda da vurgulamıştım, o gün o meydanda her şey vardı ama kararlılık, coşku, bir ideal, bir ütopya yoktu. O yazıyı şöyle noktalamıştım: “Yeni bir sol ütopya tasarlamadan, yeni hayatın yeni sol iddiasını üretmeden bugünkü haliyle, 1 Mayıs 2010 tarihindeki sol, ülkenin geleceği için bir umut ve potansiyel taşımıyor, ne fikri güç olarak, ne kitle gücü olarak ne de örgütlü güç olarak.”
Bunun yüzlerce sebebi var, olanları yalnızca 12 Eylül’e bağlayamayız ya da Berlin Duvarının yıkılışına. Elbette bunların da etkisi var ama tek başına yeter açıklayıcılığı yok. Daha sade ve birçok nedeni barındıran temel değişiklik sanırım gündelik hayat ve bu hayatın ritmi değişti. Bu yeni gündelik hayatın, yeni ritmi, aktörleri, boyutları, eksenleriyle daha önce bildiğimiz hayattan kökten farklı olduğunu kabul etmeliyiz.
Ayrıca Türkiye ve insanı da çok değişti. Göç, yeni kentleşme, iletişim, ulaşım, turizm ve başkaca o kadar çok alanda hayat ve işleyişi değişti ki, eski hayata göre biçimlenmiş politika da geride kaldı.
Gündelik hayatın hızlı ritmi, yeni kent ve modern hayat karmaşası içinde küçük özel alanlara ayrışmış bireysel hayatlarda artık büyük tutkular şiddetini kaybetti. Ne dünyada ne de ülkemizde milyonları sokağa döken gösteriler, üzerinde aylarca konuşulacak film ya da romanlar var. Sanayi toplumu kavramları ile beslenen politik hareket ve söylemler bireyin yarınına özlemi ile çakışmadığı için tutkular ateşlenemiyor.
İnsanlar ağır sorunlar altında tutku ve taleplerini doğru örgütsel hareketler içine kanalize edemediklerinden gittikçe tepkisel ve bireysel çarelere yöneliyorlar. Giderek de ortak yarından kopuk, bencil, öfke dolu bir anlayış hayata hâkim olmaya başlıyor. Böylesi bir anlayış içinden de politik önderlik olmadan bireysel çıkış olamıyor.
Ekonomi politik ile açıkladığımız hayat bugün biraz da kültürel politiğe göre çalışıyor ve bizim bildiğimiz önceki model bugünü açıklamaya ve anlamaya yetmiyor. Örneğin kimlik meseleleri daha önceki model ile açıklayabileceğimiz ve önermelerde bulunabileceğimiz bir alan değil.
Emek ve mağduriyet çeşitlendi. Yalnızca işçi sınıfı açıklamasına ve modeline ait politikalar bugünün farklılaşmış mağduriyetlerine ve kimliklerine heyecan vermiyor. En azından yeni mağduriyetler ve kültürel kimlikler o politikalara ve hareketlere kendilerini ait hissedemiyor.
Duygular, korkular, beklentiler yeni hayatın karmaşıklığı içinde eskiden olduğundan çok çok ağırlıklı artık. Örneğin olan bitenler karşısında özü değişim, devrim olan siyasetin bir kısmı statükocu oldu. Çünkü korkuları, değişimin başka bir yöne doğru olduğu kaygıları ağır basarak ve giderek değişim karşıtı pozisyona düştüler.
Ütopya var olana itiraz etmekten başlar. Ama yarını hayal etmekten var olur. Yani ütopyayı var eden iki olmazsa olmaz unsur var. Muhalif olan yalnızca kendini muhalefet etmeye hapsedip, yarına dair iddiasını unuttuğu için bugün bir yanımız eksik, bir yanımız mahcup.
Şimdi kapsama alanını genişletmek, yeni hayatı, tüm mağduriyetleri ve mağdurları kapsayacak yeni bir ütopya üretme zamanı.
Yıldıray Oğur’un deyişiyle, “devrim tahayyül düzeyinde bile kendine yer bulamayan bir düştür artık.” Çünkü bugüne ve olana itirazımız var ama yarına dair iddiamız ve ütopyamız yok.
Üstelik bu ütopya bu topraklardan, bu insanlardan üremeli, onlara dair olmalı ve iddiası evrensel olmalı. Uzun yıllar bu topraklarda batının ya da sosyalist dünyanın o gün bulunduğu hali idealize edilerek, ütopya olarak siyaset alanında yer buldu. Bugünkü dünya ve hayat bizlere bizden beslenen, bize dair ve tüm dünyaya sunulan bir ütopya ve siyaset fırsatı sunuyor.