Sorunları genel bir çerçeveden soyutlayarak bakmaya çalışırsak bazen kendimizi de boşa çıkaran noktalara varıyoruz. Örneğin Kürt sorununu ülkenin genel demokratikleşme ya da toplumsal dönüşüm sorunlarından ve tarihi perspektifinden ayırarak, adeta uzay boşluğunda bir sorun olarak bakıp konuştuğumuzda da aynı yanılgıyı sıkça görüyoruz.
Cumhuriyetin başlangıçtaki kalkınma ve modernleşme hedeflerini geliştirip reforme edemediğimizi de sıkça yazıyorum. Cumhuriyet ile beraber kuldan vatandaş, ümmetten toplum yaratmaya sıvandık. Cumhuriyetin vatandaşı, kimliksiz, devletine karşı ödevleri tanımlanmış bir vatandaşlık tanımına, toplum tanımı da farklılıkları yok sayılmış, tek tip toplum tasavvuruna dayanıyordu. Ama kabul edelim ki, önemli kazanımların yanı sıra bu hedefler son elli yılda zamanın ruhuna göre yenilenip, geliştirilip reforme edilemedi.
Sanayi toplumu sosyolojisine ve toplum kuramlarına göre ekonomik kalkınma ve kentleşme ile beraber önce gündelik yaşamın kuralları ve alışkanlıkları, bunlara göre daha yavaş da olsa değerler değişecekti. Feodal toplumdan ve değerlerinden ya da ümmet toplumu kurallarından, sanayileşme ile beraber önce üretim ilişkileri çözülecek sonra da değerler sistemi modernize olacaktı.
Ama proje bu kadar şematik ve iyi niyetli çalışmadı. Çünkü devlet baştan itibaren toprak reformu yapmadı. Bunun yanı sıra özellikle Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerde feodal ilişkilerin bırakın çözülmesine yönelik adım atmayı, aksine feodal düzenin ağalarını devletten yana veya karşı olanlar olarak ayırdı. Devletten yana olanlar, korundu, kollandı, böylece hem siyaseten hem de ekonomik olarak rant düzeninden nemalandırıldı.
Modernleşmenin önündeki en önemli engellerden birisi de genel eğitim seviyesi problemi oldu hep. Doksan yıla yaklaşan eğitim hamlelerimizden sonra geldiğimiz yeri grafikte görüyorsunuz. Hala bu ülkede toplumun ortalama eğitimi 7 yıl. 2006 yılında bile lise mezunu % 18, üniversite mezunu % 9 oranında. Kürtler arasında bu oranlar daha da gerilerde.
Eğer insanlar hala ekonomik olarak tanımlanamaz dertlerin içindeler ise; eğer insanlar yarına dair hiçbir güvenceye sahip değiller ise; eğer insanlar hukuka bile ulaşamayacak koşullarda ise; değerlerine, geleneklerine, törelerine, dinlerine sarılıyorlar sonuç olarak.
Bence burada yanlış veya suç varsa, o koşulların sürmesine kayıtsız kalmak. Yoksa o insanları suçlamak değil!.İbrahim Tatlıses’in meşhur sözüyle söyleyelim: “Urfa’da Oxford vardı da mı vatandaşlar gitmedi?”
Şerif Mardin hocanın söylediği “mahalle baskısı” kavramını aylarca tartıştık. Ama Şerif Mardin o konuşmasında en az bunun kadar önemli başka bir şey söylemişti, onu ıskaladık: “iyi, güzel, doğruya referans üretemedik” demişti hoca. Şimdi bunun yarattığı sonucu ve nasıl aşacağımızı konuşmak yerine, dönüp bir kimliği, toplumun bir kısmını törelerinden, geri kalmışlığından suçlamak haksızlık oluyor sanırım.
Bilge köyünde 44 kişinin katlinden sonra da aynı yaklaşımlar ve tartışmaları görmüştük. Sonuçta anlaşıldı ki, devletin silahı ve mermisiyle, devletin korucuları oldukları için devletin hesap sormayacağı umudu ve fütursuzluğuyla, birileri 44 kişiyi katletmeyi tasavvur edecek cesareti buluyor ve sorun bir etnik kökenden olan vatandaşlarımızın törelerinin geriliği oluyor. Öyle mi gerçekten?
Kaldı ki bu törelerin, geleneklerin ya da hukuk ve hukuksuzluğuyla devletin yaptıklarının kaybedeni de hep kadınlar. Eğer törelerden, geri kalmışlıktan konuşacaksak kadın hak ve özgürlüklerini konuşalım. Kadın hakları için mücadele edelim. Eğer topluma karşı eleştirel olacaksak da kadın hak ve özgürlüklerini konuşalım, oy verdiği partiye bakarak toplumu suçlamayalım. Ama kısa yoldan bir halkı ve törelerini mahkûm ederek, kendi toplumumuza kızarak, yapacaklarımızdan, yapmamız gerekenlerden kaytarmayalım.