Evimizin olduğu sokak Galatasaray taraftarları arasındaki en örgütlü ve aktif olan Ultra Aslanlar’ın maçlar öncesi buluştukları sokak. Pazar sabahı Fenerbahçe maçı öncesi saat dokuzda toplanmaya başlamışlardı. İlk bakışta müthiş bir coşku, neşe, heyecan vardı. Biralar, şarkılar sabahtan başlamıştı. Balkondan onları seyrederken hele bir de benim gibi Galatasaray taraftarıysanız o coşkudan etkilenmemek mümkün değil.
Sonra aşağı inip aralarına karıştım bir süre. Uzaktan ya da yukarıdan şarkı olarak duyulan toplu söyleneni anlar, kelimeleri çözer hale gelince durum biraz daha değişti. Söylenenlerin kendini coşturmak, yüceltmek üzerine sözler değil, ötekini, rakibi aşağılayan sözler olduğunu anlıyorsunuz.
Derdim futbol fanatikliğini analiz etmek değil. Ama durum tam da “ülkede kutuplaşma var” diye her fırsatta “alarm” demeye çalışan bir adam için yeni ipuçları da veriyordu. Hele camdan o şarkıları dinleyip, aklınızın bir tarafıyla durumu anlamaya çalışırken Pazar gazetelerini okumaya çalışıyorsanız ilham verici olduğunu söyleyebilirim.
Her bir kutupta bulunanlar kendilerini kendileri üzerinden değil öteki üzerinden tanımlıyor. Öteki tanımlanırken de empati kurmaya çalışarak, ötekini anlamaya çalışarak değil, korkular ve hayal kırıklıkları üzerinden tanımlanıyor. Her bir kutbun kendi derdi çoğunlukla sistemle, düzenle. Fakat sistemle derdi olan kutbun mücadele ettiği sistemden çok öteki. Sanılıyor ki, değişsin istediği sistemi ötekiler var ediyor, ayakta tutuyor. Giderek odak kayması oluyor, sistem unutuluyor ve mücadele ötekine yöneliyor. Bu mücadele de öteki tarafından tehdit, engel olarak görülmeye başlanıyor.
İkinci aşamada artık negatif, olumsuz ne varsa ötekilere atfedilmeye başlanıyor. Öteki kötülüklerin, başa gelenlerin, değiştirilemeyenlerin şeytani simgesi haline dönüştürülüyor. Öteki yeniden yeniden tanımlanıyor, giderek daha kötücül daha şeytani ötekilere inanılmaya başlanıyor.
Kutbun birine kendinizi ait hissetmeye başlayınca, o kutuptaki diğerleri gibi davranmaya, düşünmeye başlanıyor. Yani bir çeşit gruba uymak adına taklitçilik başlıyor. O kutuptakilerin okuduğu gazeteler, gittiği filmler, dinlediği müzikler, seyrettiği TV kanalı moda gibi takip edilmeye başlıyor. Bir kutbun üyesi olmak, o gruba ait olmak ve giderek grup kimliğini içselleştirerek kendi kimliğini bırakıp grubun kimliğini kendi kimliği haline getirmek haline dönüşüyor.
Ötekilere karşı aşırılık, nefret ve hoşgörüsüzlük giderek artıyor. Kutbun kendi gibi olduğu varsayılan diğer fertlerinden de ortak ötekinin düşman olduğu (darbeci ya da şeriatçı ya da bölücü Kürt olduğu inancı) aynı körü körüne bir inanç beklentisi başlıyor.
Her bir kutbun amaçlarında, korkularında, dertlerinde, taleplerinde farklılık olmakla beraber kullanılan yöntemler aynı. Herhangi bir durum ve tartışmada “ama” dememeniz, “bir de şöyle düşünsek” dememeniz bekleniyor. Karşı kutba her türden empati, dinleme çabası engelleniyor, giderek ötekilerle bir tutulma tehdidi hep tepenizde duruyor.
Bunun hastalıklı bir durum olduğu çok açık. Bu toplumsal sorunu kalıcı kültürel ayrışmalara ve çatışmalara varmadan çözmemiz gerekir. Anayasa tartışmalarını iktidarıyla muhalefetiyle siyasetin bu amaçla bir zemin olarak kullanması umulur.
Fakat kutupların cengâverleri öylesine yaygaracı ki, aklıselim ortaya çıkamıyor. Anayasa değişikliği üzerine yazılıp çizilenlerin önemli bir kısmındaki (lehine veya aleyhine fark etmiyor) bilgi çarpıtmalarını, bilerek yanıltma, abartma çabalarını, körü körüne inanılanların nasıl bilimsel doğrular veya evrensel değerlermiş gibi sunulanları görünce aklıma başka bir şey gelmiyor.
Değişiklik paketinin olumlu olumsuz yanlarını, olması gerekenleri, eksikliklerini enine boyuna tartışmamız gerektiği açık. Önceki yazımda da belirttiğim gibi, önümüzdeki seçim dönemini Anayasa tartışmalarına çevirmek, yeni bir toplumsal mutabakat üretmemiz gerektiği de açık.
Ama bu tartışmayı baştan ak veya kara biçimine çevirmeden yapmamız gerek. Toptan kutsayarak ya da toptan karşı çıkarak yalnızca kutuplaşmayı artırırız.