Barışı inşa süreci her gün bir adım daha ileriye doğru gidiyor. Sürecin her geçen günü şimdilik küçük görünen ama oldukça kayda değer sonuçlar üretecek gelişmeler yaşanıyor.
Doğal olarak her türlü algı ve beklenti yönetimine dair tüm yöntemler yürürlükte. Yeni hizalanmalar, yeni ittifaklar da filizleniyor bir yandan.
Toplum henüz kenarda serinkanlı biçimde izliyor. Merak edenler için söyleyeyim sürecin bugüne dek yaşanan bölümünde henüz oy dağılımlarına yansıyan radikal bir şey yok. Bu doğal da. Henüz somut adımlar atılmadan seçmenin kanaatlerini, parti tercihlerini değiştirmesi için bir neden yok. Seçmen şimdilik izliyor, bekliyor. Ne gün oy tercihleri değişmeye başlayacak göreceğiz.
Oya yansımasa da sürece dair kanaat ve beklentilerdeki olumlu destek ise her gün bir miktar daha yükseliyor.
Parmaklar tetikten çekildi ama silah hala elde. İkinci adım olan, sınır dışına çıkış anlaşılan hızla sürüyor.
Asıl bundan sonra süreç başlayacak. İhtiyaçları, talepleri konuşmaya başlayacağız nihayet.
Bu tartışma noktasına geldiğimizde ise ortam biraz daha sertleşecek. Bugün genel olarak herkesin hem fikir olduğu siyasette kullanılan dil daha sert, daha kaba, daha ayrımcılık ve nefret diliyle donanmış olacak.
Anayasa uzlaşma komisyonunun süresi bitti mi bitmedi mi tartışmalarının önemi yok. Eninde sonunda tümünü değilse bile vatandaşlık tanımı, ana dilin önündeki engeller ve siyasetin demokratikleşmesi yolunda asgari de olsa bazı adımlar atılmak zorunda kalınacak.
Böyle giderse Anayasa Uzlaşma Komisyonu marifetiyle gerçek bir sivil, yeni anayasa yapamayacağız. Yalnızca Ak Parti ile BDP uzlaşmasıyla yapılacak anayasa ise kısıtlı ve geçici olacak. Sürecin belli bir virajının gereği olarak da olsa “yeni olanı” kısıtlı ama en azından var olan bazı maddelerdeki yasaklayıcı, kısıtlayıcı ifadeleri kaldırmakla yetinen ara bir anayasa daha olası gibi görünüyor. Bu kadarı bile artık geri dönülemez noktaya işaret ediyor olacak.
O nedenle siyasi zeminin o noktaya varmadan çok daha fazla sertleşeceğini kestirmek zor değil.
Doğrudan çözüme karşı olanlar, barışa veya demokratikleşmeye doğrudan karşı olmasa da statükonun geri dönülmez biçimde kırılacağından korkan menfaatkarları, Ak Parti’nin iktidardan düşürülemeyecek güce ulaşmasını istemeyenler, Ak Partinin veya Erdoğan’ın gücünün bir miktar törpülenmesini arzulayanlar, dindarlığın ve muhafazakarlığın yükselmesinden korkanlar bir masa etrafında oturmadan da olsa zihni bir ittifak oluşturacaklarını tahmin etmek zor değil.
Erdoğan’ın siyaset tarzı ve dili de böyle bir ittifakı hızlandırıyor. Ak Parti 2007’den beri adım adım kutuplaşmayı körükledi. Siyasal kutuplaşmanın arkasındaki oy desteğini kalıcı hale getireceğini hesapladı. Nitekim kutuplaşma böylesi bir sonuç üretmiş görünüyor. Ama bu durumun sürdürülebilir olmadığı yakın zamanda görülecek.
Kürt meselesi üzerinde gelişmiş Türk-Kürt kutuplaşması çözülmeye çalışılırken, sürdürülmeye çalışılan siyasal kutuplaşma barışı inşa sürecinin önünde en büyük psikolojik engel olarak ortaya çıkacak.
Çünkü hala ortaya çıkarılıp, tasfiye edilememiş gladio tarzı örgütlenmeler, devletin ve bürokrasinin içindeki devletçi zihniyet ve kadrolar bu kutuplaşmanın iki tarafta da ürettiği psikoloji içinde kendilerini kaybettirmiş, gündemden düşürmüş görünüyorlar. Halbuki varlar ve dipdiri ayaktalar.
O nedenle geleneksel provokasyon yöntemlerinden, orada burada bomba patlatmak, katliamlar yapmaktan daha büyük risk, kanımca bu siyasal kutuplaşmadan üreyecek. Ve en büyük provokasyonlar karşı cepheden değil, süreci desteklediği sanılan, artık devlete değil hükümete yakın olduğu varsayılan kesimlerden gelecek. Belki de dört, beş gün yaşanan şeyin provokasyon olduğunu bile anlayamayacağız.
O nedenle asıl gereken hükümetin bu siyaset tarzının miadının dolduğunu görmesi ve tüm topluma barışın ütopyasını doğru anlatabilmesidir.