Önce Yunanistan’da Papandreu sonra İtalya’da Berlusconi gitti. Altı ay sonra Fransa’da Mayıs 2012’deki seçimlerde çok büyük olasılıkla Sarkozy de gidecek. Küresel ekonomik kriz Avrupa’da siyasi krize dönüştü. Bu ekonomik ve siyasal kriz sonrası ABD’de Obama’nın yeniden seçilme olasılığı da oldukça riskli görünüyor.
2008 Küresel ekonomik krizinden bu yana dünya siyasi liderleri hala krizi yönetebilme hünerini gösterebilmiş değil. Bu nedenle de kriz iki yılda bir başka noktadan veya ülkeden yeniden patlıyor.
Çünkü kriz yeni hayatın krizi bir bakıma. Dünyanın değişen güç dengelerine, yeni ekonomik ve siyasi dinamiklerine yeni bir siyasi, ekonomik, hukuksal ve kurumsal cevap üretilemediği için tekrarlanarak sürüyor.
Detaylarda, dış ticaret politikalarından kur politikalarına, maliye politikalarından vergi politikalarına yüzlerce analiz okuyoruz. Ama galiba tüm bu analizler eski ekonomik işleyişin, model ve kavramlarıyla analizler. Ülkelerini yönetenlerde hala eski ekonomi ve maliye politikaları ve modelleriyle çözüm arıyorlar. Ve de bulamıyorlar.
ABD ve AB’nin önde gelen birkaç ülkesinin ağırlığına ve yönlendirmesine dayalı, dünyanın geri kalanını takipçi kabul eden rol dağılımı; üretimi değil finansı esas alan ekonomik model; ulus devletin yeniden tanımı, yeni rolleri, yeniden yapılandırılması yerine yalnızca ulus devleti yok etmeye, yok saymaya dayalı küresel sermaye hareketleri; katılımcılığa değil finans teknokratlarına dayalı karar süreçleri; bireyleri yalnızca tüketici olarak kabul eden, tüketici olarak da pazarlama, promosyon, reklamcılık politikalarıyla algı ve tercihleri yönlendirilebilir bireyler olarak kabul eden zihniyeti ile eski hayatın ekonomik modeli çöküyor.
Dünya siyaseti yeni hayatın yeni ekonomik düzenine bir vizyon ve öneri geliştiremediği için de yalnızca koltuklarını değil, rollerini de kaybediyor. Siyasetin bu boşluğunu da teknokratlar dolduruyor. Yunanistan’da bir teknokrat doğrudan Başbakanlığa atanıyor, İtalya’da ve Fransa’da en güçlü siyasi adaylarda siyasi geçmişi olanlar değil, teknokratlıktan siyasete geçenler oluyor.
Siyasetin böylesi geri plana düşmüşlüğünü en iyi biz biliyoruz. 2002 Seçimleri öncesindeki 40 yıl (aradaki 12 Eylül darbesi ve ANAP iktidarı da hariç) siyasi hükümetlerin ortalama bir yıllık ömürleriyle ülkeyi ve hayatı, asker ve sivil bürokrasinin yönetimine bıraktıkları yıllar oldu. Asker ve sivil bürokrasi bu boşlukta öylesine ağırlık kazandı ki, neredeyse tüm ülke, hepimiz, seçilmişlerin hata yapabileceğine, seçilmişlerin kararlarının siyasi ve hukuki denetim dışında da kırmızı kitaplara geçmiş zihni denetime açık olmaları gerektiğine inandırıldık. Asker ve sivil bürokrasi kendisini, seçilmişleri halkın iradesi dışında istedikleri usul ve zamanlamayla koltukların kaldırabilmek için her türlü plan ve operasyon yapma gücünde hissetti. Üstelik bizleri de böyle olması gerektiğine inandırdılar. O inançlarıyla hala mahkeme salonlarında bile suçluluk hissetmeden konuşabiliyorlar, destekçileri de herhangi bir yanlışlık görmeden ekranlarda o fikirleri savunabiliyor.
Şimdi Avrupa’da da teknokratlar, hiçbir siyasi sorumluluk taşımadan, toplumlarına karşı herhangi bir hesap verebilirlik zorunluluğu olmadan ülkelerini yönetmeye ve hatta kurtarmaya talipler.
Ne ulusal ne küresel bir vizyonu, önerisi, iddiası olmayan zayıf liderler kaybetmeye mahkûmlardı. Nitekim ülkelerine de kaybettirerek kendileri de kaybettiler. Şimdi, insanlığın ortak karakteri olan “kurtarıcı” arama dürtüsü teknokratların önünü açıyor. Ama o teknokratlardan yine ulusal ve küresel bir lider çıkmayacak. Bunu da yine en iyi biz tecrübe ettik. 2000 ve 2001 Krizlerinden sonra Kemal Derviş gibi bir teknokrattan lider yaratmaya çabaladık ve sonucunu da gördük.
Avrupa’da neler olacağını da yakın zamanda göreceğiz.