Şener Şen’in başrolünde olduğu Selamsız Bandosu filmini hatırlayacaksınız. Türk sinemasının en iyi “kaybedenler” filmlerinden biridir.
Selamsız kasabası, yurt gezisine çıkan Cumhurbaşkanı’nın treninin kasabalarından geçeceğini öğrenir. Umutlarını yitirmiş bir halde yaşayıp gitmekte olan kasabalılar sorunlarına dikkat çekebilecekleri umuduyla heyecanlanırlar. Cumhurbaşkanı’nın kasabalarına uğraması için bir tören düşünürler ve bu tören için de Belediye Başkanının fikriyle bando oluşturmaya çabalarlar. Kasaba dışından bir şef bulunur, bando elemanları da kasabalılardan oluşturulacaktır.
Hikâye bu bandonun oluşturulması çalışması etrafında, tipik iyi niyetli Belediye Başkanı, kurnaz muhalifleri, kasabalının bando çalgı aletleriyle tanışması, iyi niyetli öğrenme çabaları, engellemeler etrafında geçer.
Cumhurbaşkanı’nın kasabanın yanındaki demiryolundan geçeceği gün her şey hazırdır. Herkes yerini almıştır. Amaç bandoyla Cumhurbaşkanı’nın dikkatini çekerek treni durdurmak ve onun kasabayı ziyaret etmesini sağlamaktır. Cumhurbaşkanı trenden inecek diye kırmızı halı ve kesilecek kurban bile hazırdır.
Cumhurbaşkanı’nın treni Selamsız’da durmak bir yana, hızla geçip gitmiştir. Kasabalının görebildiği, uzaklaşan trenin penceresinden şapka sallayan bir eldir. Sonuç tam bir düş kırıklığıdır.
İşte hayat da o tren gibi önümüzden geçip gidiyor!
Trenin dışında kalmayı, Selamsız’ın umutsuz insanları gibi trenin ardından bakmayı ise biz kendimiz seçiyoruz. Hayatın bizi fark etmesini bekliyoruz. Bizim hayatı fark edip fark edemediğimiz biraz da (biraz da değil tümüyle) bizim tercihimiz. ,
Çünkü tutkularımız şiddetini kaybetti. Ve hatta tutkularımızı yitirdik.
Çünkü korkularımıza esir oldu hayatlarımız.
Çünkü riskten kaçınıyoruz diyerek vasatlara razı olur hale geldik.
Çünkü değişim sözcüğünü bu kadar çok kullanıp da değişenin ne olduğunu bir türlü anlayamayacak durumdayız.
Sistemler, ülkeler, aktörler, kurumlar üzerinden değişim üzerine binlerce cümle kuruyoruz da sade vatandaşın, sıradan bireyin hayatlarında, gönüllerinde, beklentilerinde, duygularında ne değiştiğini hep ıskalıyoruz.
Değişen gündelik hayatın ritminin, birikmiş kar taneleri gibi, çığ gibi her şeyi alt üst etmekte olduğunun farkında değiliz. Olan biteni yalnızca iktidar partisi yandaşlığı veya karşıtlığı üzerinden anlamlandırmaya çalışıyoruz.
Bu değişim Ak Parti’den ibaret değildir. Bu değişim Ak Parti ile açıklanamaz. Ayrıca Ak Parti de bu değişimi temsil etmez. Ak Parti yandaşlığı-karşıtlığı üzerine sıkışmış gözlerimizi gelen ufka, yarın sabaha çevirmeliyiz.
Ama yine de her gün şiddet dozu, öfke dozu, tehdit dozu artan referandum kampanya sürecinin
bile sade vatandaşların aklında, gönlünde, duygularında nasıl bir değişiklik yarattığını görmüyoruz.
Hiç kimse, devleti savunmak adına yapamayacakları, tahayyül edemeyecekleri şey kalmamış olanlar kadar devlete zarar vermemiştir. Devletin tel tel döküldüğünü görüyoruz. Faili meçhullerin devlet politikası olduğunun itirafından, hayır oyları çıkabilsin diye Apo’dan medet uman yüksek yargıçlara kadar, daha neler, her şey ortalığa döküldü. Bütün bunları ben biliyordum ama benim ilkokul mezunu babam bilmiyordu. O babam ki, bu ülkedeki 40 milyon benzeri seçmen gibi devleti kutsal bilmiş, imanına sahip çıkmış, yasaları kuralları tartışmadan kabullenmişti. Ve devletinin O’na öğrettiklerini, söylediklerini sorgulama ihtiyacını hiç bu kadar derinden, bu kadar somut hissetmemişti.
Babam devletiyle yüzleşti!.
Bu referandum süreci olmasaydı zımnen de olsa yeni Anayasa ihtiyacı bu kadar yaygın kabullenilmeyecekti. Asıl önemlisi de iktidarı da muhalefeti de yeni anayasa ihtiyacına bu kadar sahip çıkmayacaktı.
13 Eylül sabahı sonuç ne olursa olsun, artık önümüzdeki bir yılın gündemi yeni Anayasadır. Bu bile kendi başına müthiş bir kazanımdır.
13 Eylül sabahından itibaren herkesin, her siyasi aktörün, her sivil toplum örgütünün asıl işi yeni anayasanın ilkelerini tartışma gündemine taşımaktır.
Ya da Selamsız Bandosunun umutsuz kasabalı müzisyenleri gibi, değişen hayatı dışarıdan hayal kırıklıklarıyla izlemekte bir seçenektir!