Kürt meselesi Türkiye siyasetinin tüm aktörleri için hayatla sınav bir bakıma.
Siyasi sorunlarımıza darbe veya vesayetin dayatması gibi olağanüstü koşullarda hayatın akışına ters çözümler üretmişiz. Ya da Avrupa Birliği ön koşulları gibi nedenlerle ilerlemeci çözümleri kabul etmek zorunda kalmışız.
Kendi siyasi aktörlerimizin inisiyatifleriyle bir siyasi sorunu müzakere-ikna-uzlaşma süreçleriyle çözmüşlüğümüz neredeyse siyasi tarihimizde yok.
Buradan bakınca bizim siyaset dünyamızın siyasi sorunları çözme kapasitesi ve deneyiminin oldukça zayıf olduğunu söyleyebiliriz.
Genellikle olan şey, bir sorunun kendi ağırlığı ve dinamikleriyle artık sürdürülemez hale geldiği zaman hayat bir şekilde çözümü dayatıyor.
O nedenle bu ülkenin sorunlarının akademisyen Arus Yumul’a referansla “markalaşma eğilimi” taşıdığını da söyleyebiliriz. Merkezilik-yerellik, Avrupa Birliğine üye olup-olmama, insan hakları-güvenlik ikilemlerine dair tüm tartışmalar bir türlü nihai mutabakata varılarak çözülmüyor. Çözülmedikçe hep aynı tartışmalar aynı zihin haritalarıyla, argümanlarla ve dille sürdürülüyor. Teknik tanımıyla bir marka yaratmak ya da marka olmak demek de bu zaten.
Kürt meselesinin bu haliyle artık sürdürülemez olduğunu kabul etmeyen hiç kimse yok artık.
Toplum tüm şoven duyguların lümpenleşme eğilimlerine, endişe ve korkularına, siyasal, toplumsal ve kültürel kutuplaşmaların ağırlığına karşın hayatını sürdürme güdüsüyle bile olsa meselenin sürdürülemezliğini hissediyor, görüyor.
Kürt meselesi çözülecekse, toplumsal barış sağlanacaksa bu nasıl olacak? Bir gün sabah hepimiz kapılara çıkıp birbirimizi öpersek mi barışmış olacağız?
Barışı siyaset üretecek. Devletin ve yönetme mekanizmalarının ardındaki zihin haritalarını değiştirerek, yeni kurum ve kuralları oluşturarak.
Bunun yolu da tüm siyasi aktörlerin müzakere-ikna-uzlaşma süreçlerine katılımıdır. Üstelik siyasi aktör tanımı da yalnızca partiler değil, sivil toplumuyla, aktivistleriyle, kanaat önderleriyle, medyasıyla, sade vatandaşlarıyla hepimizi kapsar.
Görüyoruz ki şu anda yine herkes ikircikli duygular içinde. Bu kez çözülecek mi yoksa yine hayal kırıklığı mı yaşanacak? Bu ikircikli hali en iyi gösteren ve sık kullanılan ifadesi “ihtiyatlı iyimserlik”.
Bu ikircikli pozisyonların ve dilin arkasında psikolojik ambargolar var.
Herkesin bu ikircikli ruh halini en azından kendisine haklı kılan bir argümanı var.
Hiç kimse Kürt meselesinin kendisi dışındaki aktörlerine güvenmiyor. Öteki aktörlerin fikirlerinden ve yaptıklarından daha çok niyetlerinden kuşku var. Sorun ötekilerden kaynaklanıyor, ötekilerin söylemlerinden, tutumlarından.
Ötekilerin niyetlerinin olumlu olmadığından o kadar emin ki herkes, bu psikolojik eşiğin ne denli çözümün önünde engel olduğunun farkında değil hiç kimse.
Konuşanlar kendisinin ne istediğini söylemiyor, ötekilerin neyi istemediğini söylüyor. Kendi tabanlarına, destekçilerine konuşmuyor ötekilerin destekçileri ile münazara yapıyor.
Belki de tam bu noktadan başlamak gerekiyor. Herkes kendisinin ne istediğini söylemeli birincisi. İkincisi de karşı tabana değil kendi tabanına konuşmalı. Kendi isteklerini tabanına anlatmalı, kendi tabanının algı ve beklentilerini yönetmeli, dönüştürmeli.
Her şeyden önemlisi de herkes kendi pozisyon ve tutumunun sorunun çözümüne katkı mı sağlıyor, yoksa engel mi üretiyor olduğunu sorgulamalı.
Buna her birimiz de dahil. Çünkü çözüm olacaksa yalnızca bir parti ve lider istediği için olmayacak. Kürt meselesinin bu ülkenin her meselesini, tüm bir hayatın her bir hücresini etkisi, ambargosu altına aldığını fark ettiğimiz gün çözüm olacak. Kürt meselesinde çözümün herkesin hayat kalitesini artıracağını anladığımız gün çözüm olacak.