Fransızların unutulmaz sosyalist başkanı Mitterand’ın 17 Ocak 1995’de Avrupa Parlamentosunda Avrupa’nın geleceği üzerine bir konuşması var. Şunu da not etmeliyim, Mitterand’ın, De Gaulle’in Fransa’sında şimdi Sarkozy ya da Willy Brandt’ın, Helmut Schmidt’in Almanya’sında Merkel, İtalya’da Berlusconi, Rusya’da Putin ülkelerini yönetiyor. Galiba yalnızca gündelik hayatta değil, politikada da derinlik, nitelik, devlet adamlığı değil popülerlik, vizyonsuzluk, sığlık, kabadayılık geçerli artık. Belki de değişen hayatın, küresel kriz sonrası yeniden kurulması gereken yeni ekonomik düzenin, yeni dünyanın gerçekleşebilmesi için yeni bir lider ve vizyoner politikacılar kuşağına ihtiyaç var.
Mitterand o konuşmasında (emekli büyükelçi Akın Özçer çevirisiyle) diyor ki; “Yaşam rastlantıları, Birinci dünya savaşı sırasında doğmama, ikincisini de yaşamama yol açtı. Çocukluğum, ölülerine ağlayan ve dünkü düşmana karşı kin ve nefret besleyen yıkılmış ailelerin arasında geçti. Geleneksel düşman! Ama bayanlar, baylar, bir yüzyıldan ötekine düşmanımız değişmiş. Sizlere daha önce söyleme fırsatı bulmuştum, Fransa, Danimarka dışında bütün Avrupa ülkeleriyle savaşmış. İnsan neden diye soruyor kendine. Benim kuşağım artık ömrünü tamamlıyor, artık son demleri, bu da benim kamu önünde yaptığım son konuşmalardan biri. (…)
Hayır, bu nefreti değil tam aksine mecbur olduğumuz barışma şansını; 1944-1945 den bu yana, kendileri kan revan içinde kalmış, çoğunun kişisel yaşamı parçalanmış olduğu halde, barış ve barışmaya dayalı çok daha ışıltılı bir geleceği öngörme cesaretini göstermiş olanlara iletmemiz gerekiyor.(…)
Bir süre Bade-Wurtenberg’de bir cezaevinde yaşadım. Oradaki insanlar, konuştuğum Almanlar, fark ettim ki Fransa’yı bizim Almanya’yı sevdiğimizden daha çok seviyor. Bunu ülkemi yermek için söylemiyorum; kaldı ki en milliyetçi ülkelerden biri değildi. Hayır, herkesin dünyayı bulunduğu yerden gördüğünü anlatmak için söylüyorum. Böyle bir görüş genelde gerekçeleri deforme eder. Ön yargılarımızı yenmeliyiz. Sizlerden istediğim neredeyse imkânsız bir şey, çünkü (bunun için) tarihimizi yenmemiz gerekiyor. Yenmezsek eğer, bilelim ki, bayanlar, baylar şu gerçek kendini dayatacak: milliyetçilik savaştır. Ve savaş sadece geçmiş değil, gelecekte olabilir. Bayanlar, Baylar, barışımızın, güvenliğimizin ve geleceğimizin bekçisi artık sizlersiniz.”
Geleceğimizin önünde tıkaç olan Kürt meselesi kaldıraç olabilecek mi?
Seçim süreci ilerledikçe hem kutuplaşma hem de Kürt meselesi etrafında manevi şiddet giderek şiddete dönüşüyor. Kürt meselesi de kendi dinamikleriyle her geçen gün değişiyor, ortak yaşam irademizin önüne yeni siyasi, toplumsal, zihni engeller üretiyor.
Öte yandan da hemen her siyasi lider ve hareket artık bu meselenin sürdürülemez olduğunu anlamış görünüyor. Bu açıdan (samimiyetini ya da içeriğini tartışmadan) Kılıçdaroğlu’nun ve CHP’nin de bu meseleye müdahil olması çok önemli. BDP’nin sivil itaatsizlik eylemleriyle (yine içeriğini tartışmadan) “yeni bir dil, söz, yöntem” arayışları da önemli. Hatta Devlet Bahçeli’nin çok uzun bir aradan sonra Diyarbakır’a gidecek olması da önemli.
Olan bitenlere bir açıdan bakılınca mesele daha da karmaşık bir hale geliyor, toplumsal psikolojide algı ve beklentileri müthiş olumsuz etkiliyor görünüyor. Bir açıdan da bakınca durum tam da bir klasik müzik orkestrasının konser başlangıcındaki anlamsız, melodisiz sesler çıkararak ortak sesi arayışına benziyor belki de. 13 Haziran’dan itibaren konser başlayacak ve karmakarışık ve melodisiz sesler bir harmoni yakalayacak ve müthiş bir müzik dinlemeye başlayacağız.
“Çatışmanın desene dönüşmesi önemli, o desen belki de modernliğin şalı oluyor. Çünkü bir fon veriyorsunuz. Akortsuz çıkan bir sürü ses bir şekilde kendi aralarında bir harmoni bulduğunda o desen oluşuyor… Türkiye’de bir kargaşa görüyoruz. Bu kargaşaya bir mana, bir yüz verebilecek miyiz?” Böyle diyor Nilüfer Göle.
Bu kargaşaya bir mana, bir yüz verebilmemiz mümkün. Hatta kaçınılmaz. Ama önce bunun için önyargılarımızdan, şoven dilden, tarihimizin ruhi esaretinden kurtulmamız gerek. Türkler ve Kürtler, birbirimizin duyarlılıklarını anlamaya çalışarak, kutsallarına ve duyarlılıklarına saygılı davranarak, geçmişe takılıp kalan dillerimizi bırakıp yarın sabaha yeni bir söz aramaya karar vererek, şiddetin yalnızca ölüm getirdiğini unutmayarak, düşünmeye, konuşmaya, tartışmaya başlar isek hayata yeni bir mana, bir yüz kazandırabiliriz.
Bunun için yalnızca ve yalnızca daireler çizerek koştuğumuzu, aslında aynı yerde dönüp durduğumuzu, hayatın dışına düştüğümüzü anlayan ve yeni hayatı dert edinen sivil siyasete ihtiyacımız var.
Ancak o zaman, demokratikleşmenin, devletin yeniden yapılanmasının, yönetim reformunun, yeni toplumsal mutabakatın ve yeni anayasanın önünde en büyük tıkaç olan Kürt meselesi yarınlarımız için en büyük kaldıraç olacaktır.