Gündelik hayat, bireysel gelecek, ülkenin ve ortak hayatın geleceğinin en büyük özelliği belirsizlik. Daha doğrusu bilinemezlik, kesin hükümlerle önceden kestirilemezlik.
Çünkü hayat eskisinden daha karmaşık. Milyonlarca tekil karar ve eylemin her biri, herkesi ve tüm hayatı etkileyebilme potansiyeline sahip.
Bu karmaşıklık ve bilinemezlik kimilerinde endişe ve korku üretiyor. Kimilerinde de maceraperestlik.
Öte yandan, bazı meselelere baktığımızda da aktörler ve davranışları açısından, bir o kadar bilinebilirlik, kestirilebilirlik. Hangi politik aktörün, kurumun hangi olaya nasıl tepki vereceğini, hangi olayda nasıl bir rolü olduğunu, günahlarını, veballerini, sorumluluklarını biliyoruz. Arenadaki politik aktörler kendilerinden bekleneni yapıyorlar. Böyle bakınca da hayat daha bir sade, daha bir kestirilebilir.
Kutuplaşmış bir siyaset alanı, giderek toplumu ve bireyleri içine alan, hapseden bir siyasi zemin haline dönüştü. Bu toplumsal ve politik psikoloji aklımızı, ruhumuzu rehin alıyor. Umutlarımız, korkularımız, beklentilerimiz, algılarımız ve tüm duygularımız bu psikolojiyle yeniden, yeniden şekilleniyor, şekillendiriliyor.
Hayatın bilinemezliği, kestirilemezliği ile politik aktörlerin tutum ve davranışlarının bilinebilirliği ve kestirilebilirliği arasındaki çelişki ve gerilim kendi başına değişimin önündeki engel.
Toplumsal psikolojide öncelikle değişim talebi ve umut var. Eşitsiz, adaletsiz, özgürlüksüz, katılım yolları kapalı, eğitimsiz, işsiz, sosyal güvenliksiz, sağlıksız bu hayatın aynen sürdürmesini isteyen hiçbir birey ve toplumsal kesim yok. Bireyler tek tek nasıl bir Anayasa ya da eğitim düzeni istiyorlar, adını koyamayabilirler. Ama bildikleri, istedikleri ve umdukları, bu hayatın bu kural ve koşullarla sürmemesi.
Değişim talebi karşılanamadıkça, hayal kırıklığı birikiyor. Bugün geldiğimiz noktada bu hayal kırıklıkları öfkeye dönüşmüş durumda.
Herkes kendi bildiğince, aklı erdiğince, siyasi bilinci ve ideolojisiyle tanımlayabildiğince, önce birilerini bu değişimin engelleri olarak konumlandırıyor.
Giderek engel olarak tanımlananlar, ötekileştirilmeye başlanıyor.
Ötekileştirme üzerine kocaman bir literatür var. Ötekileştirilenler, çoğunlukla da güç sahiplerine kıyasla azınlıkta olanlar. Ama sanırım hiçbir ülkede, toplumun yarısı diğer yarısını ötekileştirmemiştir. Üstelik de karşılıklı olarak.
Kürtlerin ve Alevilerin ötekileştirilmelerini, bunun yarattığı sorunları da biliyorduk. Üstelik bu ötekileştirme tek taraflı bir ruh ve anlayış haliydi. Ama şimdi toplumun yarısının öbür yarısını, karşılıklı olarak ötekileştirdiği bir toplumsal psikolojiyle nasıl baş edeceğiz?
Asıl soru, her iki yarının siyasetçilerine, kanat önderlerine, yorumcularına, köşe yazarlarına:
Toplumun yarısının canınızı sıktığı bir ülkede ortak hayatı nasıl savunacaksınız, nasıl kuracaksınız?
Bu çarpık durum içinde okurda fark etmiştir ki, var olan referandum sürecine dair yorum ve lafazanlığa girmiyorum. Çünkü bu karşılıklı ötekileştiren ve ötekileştirilenlerin ruh haline teslim olmak istemiyorum. Hala bu ülkedeki ortak yaşama iradesinin galip geleceğine inanıyorum. Aklıselimin, ortak umutların bu siyasi psikolojiyi aşacağına inanıyorum.
Farklılıklarımızla, bir arada, birlikte, birbirimizi etkileyerek ve birbirimizi çoğaltarak yaşayabileceğimiz ortak geleceğe inanıyorum.
Bunu hayata geçirebilmenin başlangıcı yeni bir dil üretebilmek. Kavga etmeden, küfür ve hakaretleri fikir ve yorum diye önümüze koymadan, bir ortak dil üretebiliriz. Bunun içinde yeni zeminlere, platformlara, işbirliklerine, diyalog yollarına ihtiyaç var.
İşte T24.com.tr’de sevgili Doğan’ın ve arkadaşlarının başardıkları da böylesi, kendi bildikleri
alanda, minik ama yüreği ve umudu kocaman bir zemin üretebilmek. Arkadaşları olmaktan, aralarında olmaktan gurur duyuyorum.