Son yıllarda kendi mensuplarınca da “medyanın değişeceği veya değişmekte olduğu” üzerine sıkça kelam duyuyor, okuyoruz. Öte yandan da esas olarak değişen bir şey yok. Meslek erbabı birbirinin baskı ve satış rakamlarına bile güvenmiyor, bu rakamlar üzerine rivayetler uçuşuyorsa hala, okur nasıl güvensin ki!
Yazmıştım, tekrarlayayım, her on okurdan sekizi gazetelerde okuduğu, her on izleyiciden yedisi ekranlardan izlediği habere güvenmiyorsa, daha nasıl bir uyandırma ziline ihtiyaç var ki!
Medyanın içinde bulunduğu durum ve sorunları üzerine çok şey söylenebilir. Bugün ideolojik ve siyasi sorunlarından çok, kendi rolüne dair iki temel hatasına değinmek istiyorum.
Toplumu anlamak değil anlıyormuş gibi yapmak
Son yıllarda bu ülkede öyle çok şey oldu ki. Ve yine son yıllarda öyle çok şey “oluyormuş gibi” oldu ki. Üstten bakarak, “oluyormuş gibi olanlara” odaklanırsanız başka, “olanlara” odaklanırsanız başka. Değişimin ne kadarı iradi, ne kadarı hayatın dayattığı? Değişimin ne kadarı siyasi vizyon içinden gelişiyor ve yönetiliyor, ne kadarı alttan toplumun talebi ve zorlamasıyla?
Aslında yaşanan değişim çok boyutlu, karmaşık ve yukarıdaki soruların her biri geçerli ve doğru.
Türkiye’de yaşanan bu değişimin “kararsız ve çelişkili karakteri” (Markar Esayan) birçok aktör gibi medyayı da olanları anlamakta ve pozisyon almakta, bildiği ve alıştığı yöntem ve akıl yürütmelerini zorluyor.
Medya her zaman ki gibi yalnızca siyasetten bakarak bu değişimi anlamaya ve ayak uydurmaya çalışıyor. Hatta geniş siyasetten de değil, yalnızca iktidar partisinden bakıyor. Elbette bunda Ak Parti’nin aldığı büyük oy desteğinin, muhalefetin iktidara rakip bile olamayan halinin de etkisi var. Ama medya, yalnızca Ak Parti’ye göre (yanında veya karşısında) hizalanarak toplumu anlayacağını, topluma yaklaşacağını sanıyor. Giderek karikatürize bir pozisyon alış var. Ya herşey çok doğru, ya da herşey çok yanlış.
İki ayrı Türkiye, iki ayrı medya
Sanki apayrı iki ülkede yaşıyoruz sanırsınız, yalnızca medyadan besleniyorsanız.
Haber merkezlerine hergün, abone oldukları haber ajanslarına bağlı olarak 3-4 bin haber akıyor. Bir gazetede en küçük, bir paragraflık haberden manşetteki habere kadar 120-140 haber yayınlanıyor. Bu 120-140 haberi seçecek yazı işleri muhtemelen önce ana konulara bakıyor, politika, spor, sanat ve benzeri ayrımı yapıyor. Herbir alan için önceden belirlenmiş sayfa, sütun, haber sayıları belli olduğuna göre önceliği hangisine verecek? Sanırım haberin niteliği belirleyici değil bu noktada. Heberin aktörüne göre seçim yapılıyor sanki.
Bu aktöre göre haber seçimi, ne dünyanın ne ülkenin gerçek gündeminden, o olayın hayat içindeki öneminden uzaklaşmayı doğuruyor giderek.
Muhalif olduğunu veya yandaş olduğunu gösterecek haberler öne çıkıyor. Yanlış öncelikler giderek o gazetenin ve ekranın temel karakteristiği oluyor, herkes pozisyonuna olan aşkını daha bir karasevdalı yaşar hale geliyor. Bu da mesleğin ve haberciliğin etik kurallarının da, toplumun ve hayatın da giderek ıskalanmasına yol açıyor.
Medya kendi rolünün farkında mı?
İkinci yanlış rol tanımı ise devlet-medya ilişkisinde yatıyor. Alper Görmüş’ün tanımından mealen özetlersek, toplum-devlet ilişkisi, yasama-yürütme-yargı üzerinden çalışır, varolur. Yasama-yürütme-yargı esas itibariyle bu ilişkide devleti temsil eder. Medya ise bu ilişkide devleti toplum adına temsil eden ve denetleyendir. Eğer medya devletten yana değil toplumdan yana davranırsa ancak bu rolünü layıkıyla yerine getiriyor denebilir.
Halbuki bizim medyamız devlete göre hizalanıyor. Siyasetten ve iktidara göre alınan hiza, aslında devlet öncelikli duruş demek. Devletin monolitik toplum tanımı, şoven, ötekileştirici, farklılıkları yok sayan, cinsiyetçi, gerektiğinde şiddeti kullanmaktan gocunmayan zihniyeti, kuralları ve işyapış tarzı aynen medya tarafından da kopyalanıyor. Çünkü aynı zamanda devlet ve siyaset hala kaynakların dağıtımında temel belirleyici ve karar verici. Ekonomik varlığı da toplumsal rolü de bu denli devlete ve siyasete bağlı medya nasıl bağımsız olabilirdi ki!
Konjonktürel olarak medyanın aktörleri arasında roller değişiyor. Dünün muhalifi bugünün yandaşı, bugünün yandaşı yarının muhalifi. Köşelerinden, ekranlardan birbirleriyle tartışanlar, hatta kavga edenler, varlıklarını diğerinin varlığına borçlular. Okuyucu ve izleyici de o tartışmaları kurgulanmış, seyirlik tartışmalar diye izliyor zaten. İnanarak, güvenerek, bilgilenerek değil.
Ama sonuç değişmiyor. Medya devletle, siyasetle, asıl siyasi aktörlerle içiçe geçmiş durumda. O zaman başlıktaki soruya geri dönelim, medya değişebilir mi?
Belki de esas soru şu: siyasi aktörler ve devlet yeniden yapılanmadan medya ne kadar değişebilir?