Taraf gazetesinde Karayılan’ın mektubu, Radikal’de Aysel Tuğluk yazısı sonrası sanki tansiyon biraz düştü ve tekrar esas mecraya, siyasete döndük gibi görünüyor. Kamuoyundaki genel kanı müzakerelerin yeniden başlaması gerektiği yönünde.
Ben de bu “müzakere” lafına takılıyorum. Müzakere denince neyi anlıyoruz? Çünkü herkesin müzakere kelimesinden kastettiği parmakların tetikten çekilmesi değil yalnızca. Anayasadaki vatandaşlık tanımları ve etnik vurgu meselesi, demokratik özerklik, anadilde eğitim, af vb. konuların müzakere edilmesi isteniyor. Benim açımdan ise bu başlıklar, hem Kürt meselesinin hem de ülkenin sorununun Anayasa, demokratikleşme, yönetim, kültürel haklar gibi daha geniş başlıkları ima ediyor.
Çünkü Kürt meselesi içinde müzakere edilmesi istenen ya da kamuoyunda genel algı olarak ortaya çıkan Anayasa, demokratikleşme ve yönetim meseleleri yalnızca Kürtlere dair ve Kürt meselesinden ibaret değildir.
Türk veya Kürt, bu ülkenin tüm vatandaşlarının yeni anayasaya, devletin ve toplumun demokratikleşmesine, evrensel insan haklarına, kendimize dair her bir karara katılabileceğimiz katılımcı yönetim düzenine ihtiyacımız var.
Kürt meselesi bu hak ve taleplerimizin önüne siyasilerce ve devletçe çıkarılmış zihni bariyerin gerekçesidir ancak. O nedenle Kürt meselesi geleceğimizin önündeki tıkaçtır.
Diyarbakır’dakiler veya Kürtler kadar ben de ya da Denizli’deki Türk babam da evrensel insan hakları, demokratikleşme, yönetime katılımı istiyoruz. Hak ediyoruz da…
Temel sorunu terör sanarak veya daha da kabul edilemezi sorunun tamamını teröre rehnederek düşündüğümüz sürece bir adım ilerleyemediğimiz ortada. Hak ettiklerimizi, layık olduklarımızı neredeyse son otuz yıldır “önce terör bitsin” gerekçesiyle erteliyoruz, savsaklıyoruz.
Ama bilelim ki Kürtlerden esirgediğimiz her bir hak aslında kendi hayat kalitemizden kaybettiklerimizdir.
Çünkü Kürt meselesi gerekçesiyle, insan haklarında savsaklamalar, örgütlenme ve ifade özgürlüğü önündeki yasal engellemeler, bir pankart için öğrencileri coplayan ve tutuklayan asayiş zihniyeti, İstanbul’un köprüsüne de Kaz Dağları’nın altınına da karar veren merkeziyetçi sistem, beğenilmeyen heykeli yıkan, diziyi yasaklayan keyfilik vücut buluyor.
Türkler kendilerine sormalılar, Kürtler Diyarbakır’da kendi kararlarını veremesinler diye Denizli’nin Konya’nın sorunlarına yani kendi sorunlarına da mı müdahil olmak istemiyorlar, bu haklarından feragat ediyorlar?
İkinci bir tuhaflık da insan hakları alanında evrensel standartlardan hala bu denli geride kalmış olmamız. Evrensel insan hakları, devletin ve toplumun demokratikleşmesi taleplerinin ve gereğinin yalnızca bir örgüt ile müzakereye indirgenmiş olması kabul edilemez.
Kendi vatandaşlarımıza hak ettiklerini vermenin müzakere ile ne ilgisi var? PKK olmasaydı bu hakları ve demokratikleşmeyi gündeme almayacak, bu talepleri tartışmayacak mıydık?
İnsan hakları ve demokratikleşme Türk, Kürt hepimizin kendi kimlikleriyle var olabilme sorunudur. Var olma sorunu da müzakereye ihtiyaç duyulmadan düşünülmesi ve çözülmesi gereken bir sorundur.
Bu temel yaklaşımın gereğini yaptıktan sonra ancak PKK ile terör, dağdan inme, af meselelerini müzakere edin.
Bu noktadan bakarak tekrar tekrar yazıyorum, Kürt meselesi için yeni bir dil ve zihniyet haritasına ihtiyacımız var.