Kürt sorunu üzerine bu gök kubbe altında söylenmemiş bir söz kalmadı belki de. Fakat sorunu sade kelimelerle tanımlamaya çalıştığımızda hepimizde ciddi bir kafa karışıklığı olduğu ortaya çıkıyor. Bu durumun en belirgin göstergesi, hükümetin çözüm için niyet beyanı üzerine alevlenen ve sürmekte olan son iki ayın tartışmalarının içeriği ve dili. Sorunun çözümü için sürecin adı üzerine bile “Kürt açılımı”, “demokratik açılım”, “Türk açılımı da gerekir?” gibi farklı yaklaşımlar gözleniyor. O nedenle ben, en başa dönüp, sorunu tanımlayarak düşünmeye başlamanın yararlı olacağı kanısındayım.Önce şu iki tespiti yaparak başlayalım: Kürt sorunu bizim, tüm ülkenin sorunudur, çözümü de yine bizim elimizdedir. İkincisi Kürt sorunu Kürt yurttaşların devlet ile ilişkilerindeki sorun olarak başlamıştır ve doğrudan onları ilgilendiren bir boyutu vardır ama tüm ülkenin, tüm yurttaşların sorunlarının bölgeye ve Kürt yurttaşlara yansıyan kısmı da vardır. Dolayısıyla konuşmamız gereken çözümlerin, elbette başka ülkeleri veya Orta Doğu coğrafyasını ilgilendirecek boyutları vardır ama çözüm bizim için olmalıdır. Ve elbette çözüm, Kürt yurttaşların doğrudan meselelerinin çözümü olduğu kadar tüm ülkenin meselelerinin de çözümünü içermelidir.
Sorun tek boyutlu, tek aktörlü, tek unsurlu değil aksine çok boyutlu, çok unsurlu ve çok aktörlü bir sorundur. Sorun demokrasi-yönetim-kültürel kimlik-bölgesel geri kalmışlık-dış politika ve terör boyutlarının tümünü kapsamaktadır. Sorunu yalnızca terör üzerinden konuşmak, çözümü teröre rehin etmek çözümün önündeki en büyük zihni ve siyasi hatadır.
Sorunun birinci boyutu tüm ülkenin insan hakları ve demokratikleşme boyutudur bana göre. Cumhuriyetin kuruluşunda belirlenen temel yapının unsurları her şeyin öncüsü ve belirleyicisi devlet-devlete karşı ödevleri tanımlanmış tek tip yurttaş-devletinde rol aldığı karma ekonomi idi. Kuldan yurttaşa tebaadan monolitik topluma dönüşüm oldukça önemli bir sıçramaydı. Hem ekonomik hem sosyal olarak oldukça geri bir ülke ve coğrafya da modernleşmenin ve kapitalistleşmenin öncü rolünü devletin üstlenmesi kaçınılmazdı belki de. Fakat 50’lerden itibaren tüm dünyanın hem de ülkenin yaşadığı siyasal değişimler birbirine senkronize olamadığı gibi devletin öncülüğü rolünü bırakmak istemeyen sivil ve askeri bürokrasi tek tip toplum-mecburi yurttaşlık-temsili demokrasi saç ayaklarına dayalı anlayışını değiştirmedi. Bu anlayışın hayat ve toplum tarafından değişime zorlandığı anlarda da darbeler yoluyla biraz kendine ama asıl topluma ve hayata ayar vererek düzeni sürdürebileceğini sandı.
80’ler sonrası tüm dünyadaki değişmeler ve küreselleşme, hayatın her alanını ama asıl düşünme ve iş yapma biçimimizi tümden değişime uğratan teknolojik ve bilimsel hamleler doğal olarak bizi de etkiledi. Cumhuriyetin kalkınma ve modernleşme hedeflerine demokratikleşme ve küreselleşme boyutları eklendi. Hayat önümüze şu değişimin kaçınılmazlığını çıkardı: Her şeyi belirleyen ve yapan ceberut devletten etkin ve demokratik devlete dönüşüm, temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye dönüşüm, mecburi yurttaşlıktan gönüllü yurttaşlığa dönüşüm, monolitik toplumdan farklılıkların bir arada ve ilişki içinde yaşayacağı demokratik topluma dönüşüm.
Bu dönüşümün yolu ise yeni bir toplumsal uzlaşma ve siyasal mutabakata ulaşmak, bu mutabakattan üremiş insan hakları ve evrensel hukuka dayalı yeni bir anayasa yapmak, hukuku ve yargıyı baştan aşağıya buna göre yeniden yapılandırmak demek.
Bu ise Kürt veya Türk yurttaşlara göre tanımlanan, yalnızca birisini ilgilendiren bir sorun değil, aksine tümümüzü ilgilendiren bir sorundur. Dolayısıyla konuşmamız gereken tüm ülkenin demokratikleşmesi ve bunun için yapılması gerekenlerdir.
Bir dahaki yazıda yine tüm ülkenin sorunu olan ama Kürt sorununun da önemli bir bileşeni olarak yönetim sorunumuzdan devam edeceğim.