Gündelik hayatın içinde korkularımızın giderek daha fazla yer bulmakta olduğu artık yaygın olarak da kabul ediliyor. Geçen hafta yayınlanan bir araştırmayla ilgili Türkiye insanının korkuları gündeme geldi. Fakat tartışmaları izlediğim zaman genel bir korku söylemi olmakla beraber bazı şeylerin karıştırıldığı kanaatine vardım.
Öncelikle korkularımızın gerçek hayata ve sorunlara dair olanlarıyla politik olanlarını ayırt ederek konuşmak da fayda var.
Endişe, kaygı, korku, hangi yoğunlukta olursa olsun tüm dünyada gündelik hayatın bir karakteri durumunda artık. Adeta yerçekiminin yok olduğu, haber, bilgi ve paranın inanılmaz bir hızla hareket ettiği bir çağda yaşıyoruz. Buna bağlı olarak da yaşamın her alanında zaman ve hız faktörü şimdiye dek olmadığı kadar önemli, gündelik hayatın ritmi değişti.
Bu hızlı gündelik hayatın ritmini yakalamak bireylerin, kurumların, toplumların eğitim seviyesine, gündelik hayat ilişkilerindeki ağlara, dayanışma modellerine ve hukuk düzenlerine, benzeri birçok sisteme ve alt kurumlara bağlı. Yani her birey veya toplum bu ritim değişikliğine uyabilmede farklı kapasiteler, farklı becerilere sahip. Değişikliklere uyum sağlama hüneri düşük toplumlarda doğal olarak bu değişim ve hız bilinmezliği, belirsizliği artırıyor. Bu bilinmezlik, belirsizlik hali de bireylerde ve toplumlarda endişeyi, kaygı ve korkuları artırıcı bir rol oynuyor. Çünkü yaşanmakta olan değişiklikler hem öylesine yoğun ve çeşitli hem de öylesine hızlı ki, ayak uydurma kapasitenize göre sonuçlar lehinize olabileceği gibi, dünyanın çok büyük bölümünde olduğu gibi yok olma riskiniz de var. Göremediğiniz ve dokunamadığınız bir düşmandan gelebilecek hızlı değişim dalgası hep bizi tehdit ediyor. İşinizin, topluluğunuzun en küçük istikrar taşımayan adı sanı konulmamış ekonomik ve teknolojik kuvvetlerce her an değiştirilebileceği korkusu davranışlarınıza hâkim olmaya başlıyor.
Ülkemizde ise biz bu ritim değişikliğinin sonuçlarını daha da büyük yaşıyoruz. Göçle ve kentleşmeyle beraber sosyal güvenlik düzeni, eğitim ve sağlık hizmetleri ve en önemlisi de hukuk bu ritme ayak uyduramayınca, insanların kaygıları, korkuları daha da yüksek oluyor. İnsanlar hayata kendilerince ayak uydurmaya çalışırken, sorunlarının nedeni olarak kendileri dışındaki herkesi görmeye doğru yöneliyorlar.
Bir de korkunun politik seviyede ciddi biçimde kullanılıyor olması ve politik bir araç olarak korku politikaları meselesi var. Gerek devletler yurttaşlarına karşı gerekse de politik aktörlerden birisi diğerlerine karşı korku politikalarını bilerek isteyerek kullanıyorlar. Türkiye’de kutuplaşmanın da etkisiyle birilerinin bizi bölmek istediği, birilerinin topraklarımızı satın almak istediği tartışmalarının ne kadar yaygın zemin bulduğunu da görüyoruz.
Fakat sade yurttaşların kendilerine dair korkuları reel sorunları üzerinden hep. Bizim araştırmalarımıza göre Türkiye insanının en önemli korkusu kendisinin veya çocuğunun istediği eğitimi alamaması. İkinci sırada sosyal güvenlikten mahrum olmak, üçüncüsü de parasız kalıp muhtaç olmak.
Ülkeye dair korkuları ise sırasıyla kuraklık sorunları, ekonomik kriz ve geleneklerden kopuş. Sade yurttaşlara göre yabancıların toprak alması ya da komşu olması gibi meseleler ise politik tercihlerle bağlantılı bir durum. Bir de doğal olarak eğitim sisteminin içeriğiyle bağlantılı bir boyutu var. En az sekiz yıl boyunca çocuklara “dört bir yanı düşmanlarla çevrildi ülke” edebiyatı, bir yandan da “dünyanın en ün güçlü”, “her şeyi başarmış”, “her yeri fethetmiş” kahraman ırk edebiyatı yaparsanız o bireylerin ülkelerine dair korkularının yabancılara yönelik olmasında şaşırtıcı bir sonuç yok.
Bireysel korkuları gidermenin yolu ise, hukukunuzu, sosyal güvenliğinizi, asayiş düzeninizi ve benzeri birçok kurumu ve sistemi günün gereklerine uydurmaktan geçiyor.
Bir de tabi devletin sade yurttaşlarına karşı korkuyu bir politik araç olarak kullanmasını yok etmekten!