Komisyon çalışmayınca anayasa ihtiyacı kalktı mı?

Bir bakıma malumun ilanı oldu, Meclis Başkanı Anayasa uzlaşma komisyonu çalışmalarının yürümediğini açıkladı. İki yılın olanlarını kuşbakışı özetlemeye ve analiz etmeye çalışalım.

Diyeceksiniz ki bazıları baştan olmayacağını söylemişti. Evet, söyleyenler olmuştu ama söylenenleri ikiye ayırmak lazım. Birinci grup zaten anayasanın yapılmasına, değişime baştan itirazlar, statükonun savunularıydı. Hatta anayasanın bu meclis tarafından yapılamayacağı, yapılmaması gerektiği savları da vardı.

İkinci grup itirazlar, uzlaşma komisyonunun çalışma usullerinden yola çıkarak tüm partilerin ve üyelerin uzlaşmasının zorluğundan yola çıkarak söylenenlerdi.

Yine de şu kazanım çok değerli ve önemli, not etmek gerekiyor. Dört parti de isteyerek – istemeyerek, iyi niyetli – hesaplı da olsa 2011 seçimlerinde oluşan parlamentonun anayasa yapabileceği gerçeğini kabul etti ve komisyona dahil oldu.

Komisyon çalışma ilkelerini belirledi, sivil toplumdan ve vatandaşlardan örgütlü veya bireysel anayasa önerilerini toplamaya başladı. Bu sürece katılımın beklenenden çok ama çok düşük olduğunu not etmek gerekiyor. Çünkü toplum ve sivil toplum dünyası biraz da medyanın gazlamasıyla oluşan hava içinde yeni anayasanın yapılabileceğine olan inançsızlığa rehin oldu. Yeni anayasa gereği kabul edilmekle beraber yapılamayacağına olan umutsuzluk arasındaki ikirciklilik ve bocalama nedeniyle başta Kürt siyasetinin sivil örgütleri olmak üzere katılım heyecanı düşük kaldı.

Bu katılım konusundaki ikircikliliği yaratan ve besleyen bir etken de “yol temizliği” yapmak konusunda hükümetin isteksizliği oldu. Sivil siyasetin ve katılımın önündeki bazı engelleri kaldırılması ihtiyacı çok belirgin olduğu halde Ak Parti bu konuda adım atmadı.

Öneriler toplandıktan sonra komisyon çalışmalara başladı ama daha baştan kendi koyduğu çalışma ilke ve kurallarına uymadı.  Komisyonun çalışmalarını düzenleyen 15 maddelik çalışma usullerinin 11. Maddesine göre önce yeni anayasanın ilkelerinde uzlaşma aranacakken doğrudan madde yazımına geçildi. Dolayısıyla vatandaşlık, anadilde eğitim, laiklik gibi en kritik meselelerin ilkelerinde mutabakat aranması yerine işin özünü belirleyecek tartışmaları ertelemek tercih edildi.

Partiler bu süreçte çok daha vahim ve bugünkü çıkmaza neden olacak iki hatayı hep beraber yaptılar.

Birincisi hiçbir parti sivil toplumdan ve vatandaşlardan gelen önerileri layığınca incelemedi. Belki de bazı üyeler o önerileri okumadılar bile. Doğal ve doğru olan, önerilerin ışığında partilerin kendi anayasa yaklaşımlarını gözden geçirmeleriydi. Fakat partilerin dördü de kendi politika, yaklaşım, ilke ve özellikle de kırmızı çizgilerine o denli aşıktılar ki bu öneriler ışığında kendilerini gözden geçirmek niyetleri hiç olmadı.

İkincisi hiçbir parti bu süreçte esiri olduğu kimlik politikalarını aşamadı, aşmak da istemedi. Kendi kimlik politikalarını aşarak, diğerlerini de dikkate alarak ve kapsama alanını genişleterek anayasa tartışmasına dahil olmak yerine her biri kendi kimlik politikalarını diğerlerine dayatmaya devam etti. Halbuki yeni anayasaya böyle yaklaşılamazdı. Yeni anayasa bir kimliğin ihtiyaç ve taleplerine göre değil, hepimizin bir arada ve var olabileceği hayatı kurgulamalıydı. Ama partiler kendi doğrularını tüm topluma dayatmayı tercih etti.

Süreci etkileyen üçüncü bir kritik yaklaşım da Ak Parti’nin başkanlık önerisinin tartışmaların önünde bir psikolojik engel oluşturması oldu. Verilen öneriye bakılırsa tartışılması bile 2013 Türkiye’si için zül sayılacak bazı maddeler de içeren başkanlık önerisi çoğu zaman tartışmaları kilitleyici bir işlev gördü.

Yine süreci belirgin biçimde etkileyen davranışlardan birisi de üç CHP’li üyenin adeta üç farklı parti gibi davranması, süreci ve tartışmaları zaman zaman gelinen noktadan da geriye çeviren işlev gördü.

Tüm sürece, her bir partinin her bir adımına bakılırsa BDP hariç üç büyük parti de samimiyetle yeni anayasaya inanmadı galiba. Ustaca ve incelikle her bir hafta bir tanesi o haftanın olası ilerlemelerine engel olacak bir manevra üretmeyi becerdi.

Sivil toplum ise tüm bu sürece hak ettiği ağırlığı koyamadı. Birçok çalışmaya haksızlık etmeden söyleyelim, çok iyi niyetli çabalar olsa da partilerin süreçten kaçışlarını zorlaştıracak bir psikolojik iklim ve baskı üretilemedi.

Şimdi geldik bugüne. Yeni anayasaya ulaşamasak da kazanımlarımız var. Artık her bir partinin anayasa önerisini bütünlükle olarak komisyona sunduğunu biliyoruz. Yani her birisi bütünlüklü bir anayasa önerisine sahip artık. Böylece her partiyi bağlayıcı programları yanı sıra anayasa önerileri de var.

Yine partilerin bundan böyle yeni anayasayı kim yapacak tartışması yapamayacaklarını da tahmin edebiliriz.

Üçüncü bir kazanım da eksiklik ve zayıflığına karşın sivil toplumun aktörleri de bu süreçte ilişki ve kapasite geliştirmiş oldular.

Şimdi partiler kameralar önünde birbirini suçluyorlar. Bu noktada savunulacak ve sivil toplumun sahip çıkması gereken iki talep şudur bence:

Anayasa uzlaşma komisyonunun tutanakları açıklansın ve öğrenelim, kim hangi maddeye hangi gerekçe ve argümanlar ile sahip çıkmış ya da karşı çıkmış.

Yine komisyonun yoklama cetvelleri açıklansın ve bilelim, kim kaç toplantıya katılmış, kaçına katılmamış.

Bu iki bilgi açıklanmadan kamera önünde birbirlerini suçlamanın, kendilerini aklamaya çalışmanın anlamsızlığını dört partiye de göstermeliyiz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.