Açılım meselesinde gele gele nereye geldik? Geçen haftalarda yaşanan Tokat ve DTP’nin kapatılması olaylarından sonra bu muhasebeyi her halde liderlerden Başbakana kadar tüm siyasiler yapıyordur. Biz sade yurttaşlara da aktörlerin, Kürt sorununun çözümü yolunda daha doğru işler yapmalarını ummaktan ve çözümsüzlüğün getireceği belalardan uzak olmayı dilemekten başka bir şey kalmıyor.
Tüm açılım süreci ve tartışmaları sonrası liderler ve partiler bir kez daha pozisyonlarını gözden geçirmeliler. Sorunun çözümsüzlüğünde geldiği noktada herkes özeleştirisini de yapmalı elbette.
İktidar baştan beri sorunun çözümü konusunda ikili bir hedefin peşindeydi bana göre. Bir yandan çözüyormuş gibi davranarak 2011 seçimlerine dönük bir hamle yapılmak istendi. Hem kendi tabanına hem de dış aktörlere “bakın ben çözmek istiyorum ama statüko ve muhalefet bana engel oluyor” havası verilmek istendi. Yani kısa vadeli hedef olarak 2011 seçimlerine dönük bir hamle planlandı. Bir yandan da Kürt yurttaşlara aynı “yapmak isteyip de yaptırılmayan” pozisyonundan bir dil ve hamleyle zımni bir ittifak planlandı. Yani ülkedeki iki kutbun ittifakıyla üçüncü kutba karşı pozisyon üstünlüğü elde etmek hedeflendi.
Bu hedefin içinde ise sorunu gerçekten çözmek niyeti yoktu. Eğer iktidar sorunun çözümü konusunda içtenlikli çözüm çabasında olsa idi bir yandan hükümet ve yönetim erkleri içinde doğrudan yapabileceği birçok işi yapabilirdi. Öte yandan da mutlaka uzlaşma arar, CHP’yi ikna etmenin yollarını planlar, toplumun diğer kesimlerine de hitap eden bir dil geliştirirdi. Hâlbuki iktidar baştan beri kavgacı bir üslup geliştirerek hem muhalefeti hem de toplumun kendi seçmeni dışındaki kesimlerini adeta tahrik ederek uzlaşmadan uzaklaşmalarını zorladı.
Muhalefet partileri ve seçmen tabanları ise baştan itibaren Kürt sorunu tartışmalarına sorun üzerinden değil Ak Parti’nin örtük niyetleri ve komplo teorileri çerçevesinden bakıp, var olan güvensizliğini ve korkularını çoğaltarak pozisyon aldı. Kullanılan dil ise giderek hırçınlaşan, öfkelenen, kendi sesinin şehvetiyle kendini çoğaltan bir üslupta oldu.
Yani toplumun üç kutbundan ikisinin içinden bakarak, kutuplaşmanın ürettiği ötekileştirici ve diğerini yok etmeye yönelik dil ve siyaset tarzı üzerinden gerçekte birbirleriyle olan kavgalarının yeni bir raundu için ringe çıkmışlardı. Çatışmanın bu raundundaki tema Kürt sorunuydu ama gerçekte üçüncü kutbun içindeki Kürt yurttaşların dertlerinin çözümü değildi. Dolayısıyla iki kutup üçüncünün üzerinden kavgalarının yeni bir etabını yaşadı.
Ama olaylarda tarafların başlangıçta arzulamadığı noktaya gelindi. İktidar Kürt yurttaşların desteğiyle diğerlerine karşı pozisyon üstünlüğü sağlamaya çalışırken gol yedi. Savaşçı zihniyete teslim ve çözümsüzlüğe oynayan siyasi aktörler ya da daha keskin tanımlamayla iki tarafın savaşçı zihniyetleri AKP planını bozdu. Bu raundu kazanan başlangıçta kimsenin muhatap almadığı aktör oldu, üstelik duvarların arasındayken. Çünkü o her iki tarafı çatıştırırken kendi kutbunun zemininde tartışmasız liderlik ve diğerlerine karşı pozisyon üstünlüğü kazandı.
Şimdi yeni bir durum var artık. Kürt sorunu bir ay önceki halinden ve dinamiklerinden, karakterinden biraz daha farklılaşmıştır. Yeni durumu siyasi aktörler doğru değerlendiremezler ise yine çözümsüzlük hali sürecektir. Ama herkes suyun kaynamakta olduğunu görmelidir. Kaynayan öfkedir, umutsuzluktur.
Şu anda örneğin Diyarbakır’da yaşayan nüfusun yarıya yakını, 80’ler sonrası doğrudan çatışma ortamına doğmuş, olduğu varsayılan hiçbir feodal ilişki içinde yaşamamış, gelenek ya da töreden değil öfkeden ve umutsuzluktan beslenen bir kuşaktır. Şimdi öfkelerimize yenik düşerek muhatap almaktan kaçındığımız DTP milletvekilleriyle ve Kürt siyasetinin fiili temsilcileriyle sorunu konuşmaya başlamaz isek, inanın bana yeni kuşakla uzlaşma aramak ve üretmek daha zor olacaktır.