Hepimiz ikili hayatlar yaşıyor, ikircikli umutlar besliyoruz. Kendi hayatlarımızı yaşadığımız akvaryumların içine hapsettik. Dışarıdan, diğerlerinden ve belki de asıl hayattan kopuk yaşıyoruz.
Üstelik bunu bilerek, isteyerek yapıyoruz. Toplumdaki gettolaşma ve birbirinden kopuk, ayrı hayatlar kurma süreci böyle gelişiyor belki de. Her birimiz, özellikle de bu toprakların okumuş yazmışları bu süreci alevlendirmek için odun taşıyoruz yazdıklarımız ve söylediklerimizle.
Bir yandan adalet, eşitlik, özgürlük, demokrasi diyoruz. Bunlar için mücadele ettiğimizi sanıyoruz sivil toplumda, köşelerimizde, ekranlarımızda. Öte yandan da değişimden, eski yapıların çatırdamasından, eski hayatın kurallarının değişmesinden korkuyoruz. Bu değişimde tehlike seziyor, endişe ve kaygı duyuyor, korku üretiyoruz.
Bir yandan karşımızdakilerin demokrat olmasını, bizim endişe ve korkularımızı anlamasını, söylemlerinde ve işlerinde dürüstlük ve içtenlik talep ediyoruz. Öte yandan kendi içimizde demokrat ve dürüst olmayan duygular besliyoruz hem karşımızdakilere hem de akvaryumumuzun dışındakilere.
Bir yandan bu ülkede ilk kez bir meclis, halka ve sivil toplum örgütlerine yeni anayasa için “öneri ver, talepte bulun” diyor. Öte yandan da bunca yıl sivil siyaset için şehvetli nutuklar çekmiş insanlar öneri ve talep vermek için bu denli isteksiz, gönülsüz.
Galiba umudumuz yok. Bu parlamentodan, belki de bu partilerden ya da iktidardan. Umut çoğaltmak için, yeni bir hayat için bunca görünür çabaya karşın galiba içten içe de umutsuzluk çoğaltmışız. Giderek inançlarımız, fikirlerimiz “işimiz” olmuş, sosyalleşmemizin aracı olmuş. O inançlar, fikirler, değerler “yaşamımız” olmaktan çıkmış.
Bugüne bakarak siyaset konuşuyoruz, pozisyonlar alıp tutumlar geliştiriyoruz. Ama yarına dair iddialarımız, ütopyalarımız yok. Belki yarına umudumuz var ama bugünkü koşulları da aklımızla, daha çok da ezberlerimizle değerlendirip umutlarımızı kendimiz törpülüyoruz.
Bu ikircikli halden de giderek çaresizlik, ıssızlık üretir olduk. Bunu kabullenmek zor geldiği için de kelime farklarımızdan fikri farklarımıza kadar her farklılığa kendi akvaryumumuzda bile tahammülsüz olduk. Biz içimize daha bir kapanarak etkisizleştikçe, çevremizde olan biteni kayıtsızca seyreder olduk. İkircikli duygularımız ikili hayatlarımızı besler oldu.
Bu ruh hali ve durum hemen her farklı akvaryumda galiba böyle. Etnik, dini, fikri, hayat tarzı, yandaşı ya da karşıtı olduğumuz siyasi parti, hemen her bir farklılık benzer şekilde kendi akvaryumlarını oluşturmakla, yalnızca kendi akvaryumunun sınırlarını korumaya odaklanmış durumda. Bu da genel hayata tepkisizleşme ve pasifleşme üretiyor. Olan biteni yalnızca siyasetten açıklamak, otoriterleşme eğilimleriyle, iktidar baskısıyla açıklamaya kalkmak ne yazık ki yeterli değil.
Dün medyada bir haberde, bir buçuk ay önce, Ekim ayında, kara kuvvetlerinden hava kuvvetlerine saldırılacak hedeflerin koordinatlarının yanlış verildiği haberi vardı. Ama maalesef bunca askeri vesayet tartışmasından sonra dün veya bugün siyasette de medyada da bu olayın yansıması, tartışması yoktu.
Dün meclis komisyonu önünde bir baba, kızının nasıl özel harekatçılarca kaçırılıp, öldürüldüğünü anlatıyordu.
Ve yine dün kendilerinden birinin itiraflarıyla tutuklanmış özel harekatçılar tahliye ediliyordu.
Bu üç olay normal bir ülkede siyasi kriz çıkarır. Ama bizde tartışılmıyor bile. Bunlar tartışılmıyor ama bir siyasi liderin sağlığındaki bozulmanın ülkede kaosa yol açıp, açmayacağının tartışıldığı bir ülke burası. Üstelik kaos beklentisinden umut devşirerek siyaset yapanların da bolca olduğu bir ülke. Hangisi daha sorunlu sizce?
Tüm bunlara bakıp, bunlar toplumsal çaresizliğimiz mi demeliyiz, yoksa kanıksama mı ya da dışımızdaki hayatı dondurmuşluk mu? Belki de tepkisizliğimiz gerçek nedeni ikircikli umutlar yeşertip kurduğumuz ikili hayatların uzantısı pasiflikten mi?
Kim bilir belki de mecalimiz yok! Bilemedim…