Bu yazıyı yazmaya oturduğum saatte selden dolayı ölenlerin sayısı otuza ulaşmıştı. Tüm ekranlarda yerel yetkililer ve uzmanlar konuşuyor: Uzmanlara göre, çarpık yapılaşma, toprağın suyu emme özelliğinin betonlaşma nedeniyle yok olması, yeterli tedbirlerin alınmamış olması, vb. Yetkililere göre ise yüzyılın yağışı gerçekleşti böyle oldu.
Bence en çarpıcı iki saptama ise şunlardı ve meselenin tam da gerçek özünü ortaya koyuyordu:
Kadir Topbaş’a göre, “yüzyılın yağışı karşısında insanoğlu çaresiz kalıyor.”
Bir gazetenin haber başlığına göre, “çocuklarını okutmak üzere İstanbul’a göç eden aile tümden yok oldu.”
Hepimiz biliriz ama yine de tekrarlayayım, yağmur, sel ya da kar doğa olaylarıdır, onları felakete dönüştüren ise biz insanoğullarıyız.
Bizim devlet ve yerel yönetimler dâhil yönetim sistemimizin zihniyet haritası, meseleleri yönetmeyi hedef alarak değil, meselelerin üretip önümüze koyduğu sonuçlar ile baş etme üzerine çalışıyor. Meselelerin ürettiği sonuçlar üzerinden çalışan zihniyet de bilemediği, anlayamadığı sonuçlara bakarak kimi zaman doğayı, kimi zaman kendi yurttaşlarını, kimi zaman da başkalarının plan ve komplolarını suçlayarak kendi beceriksizliğini örtbas ediyor.
Niçin bu ülkede yıllardır hep aynı kelimeler ile tartışıldığı halde çarpık yapılaşmayı çözemiyoruz hiç düşündünüz mü? Yönetimler, müteahhitler, sade vatandaşlar riskini bilmeden bu binaları yapıyor olabilirler mi? Ya ölümü bilerek o evlerde yaşayan, çocuğunu okutmak için İstanbul’a gelmiş ve şimdi tüm ailesini kaybetmiş o sade vatandaş niçin o evdeydi?
Konut, eğitim, sosyal güvenlik, kent alt yapısı, yardımlar türü konuştuğumuz tüm sosyal sorunların temelinde bir gerçek var, göç. Bu ülkenin tüm siyasileri ve aydınları altmışlı yıllardan başlayarak yaşanan kentlere doğru muazzam iç göçü anlamıyor, tartışmıyor, yönetmek için politikalar üretmiyor. Onun yerine göç, negatif anlamlarıyla düşünülen, geçici bir durum ve durdurulabilir, gelenler de geri döndürülebilirlermiş gibi yorum ve politikalarla tartışılıyor.
Hâlbuki göç, göç edenler açısından, umuda yolculuk, daha iyi bir yaşam arayışı, çocuğu için eğitim olanakları talebidir, kısaca var olan koşullarını kader olarak kabul etmek yerine başkaldırış, kendi yolunu arayıştır.
Tıpkı benim de dâhil olduğum, muhtemelen okurun en az yarısı gibi, insanlar umutları için başka yerde hayat arıyor. İstanbul’da yaşayan her 100 yetişkinin 73’ü doğduktan sonra İstanbul’a geldi. Bizim hesaplamalarımıza göre bu ülkede 22 milyon civarında yetişkin doğduğu yer dışında bir yerde yaşıyor.
Yetişkin 51 milyon yurttaşımızın 10 milyonu (% 22) koşulsuz yarın sabah bulunduğu yerden taşınmak istiyor, 15 milyonu (% 30) da “koşullara bağlı olarak” taşınmak istiyor.
Yetişkin 51 milyon yurttaşımızın 14 milyonu (% 28) koşulsuz çocuklarının bulunduğu yerden gitmesini istiyor, 12 milyonu (% 24) da koşullara bağlı olarak çocuğu gitsin istiyor.
Ve en önemlisi de yetişkin 51 milyon yurttaşımızın 41 milyonu için en önemli iki kişisel korkusundan biri kendisinin veya çocuklarının istediği eğitimi alamamasıdır.
Şimdi bu rakamlar ile birlikte düşünelim, bu insanların derdi ne, geldikleri yerde ne bekliyorlar, geldikleri yerde nelere ne için katlanıyorlar?
Eğer biz, yerel yönetimler ve devlet meseleyi engellenmesi gereken bir felaket akını değil, umutları yüreklerini taşmış, omuzlarında yük sırtlarında yatak olmuş yurttaşlarımızın yerleşme, eğitim, sosyal güvenlik, sağlık sorunları olarak düşünse idik muhtemelen bu çarpık yapılaşmalar, konutlar, kimliksiz kentler, varoşlar oluşmayabilirdi.
Nasıl ki, Kürt meselesi tüm siyasal sorunlarımızı rehin almış ve çözümlerin önündeki en önemli tıkaç ise, göç meselesini ele alış ve yönetiş biçimi de sosyal sorunlarımızı rehin almış ve en önemli tıkaçtır bana göre.