Hangi tarafta duracağız?

Nerdeyse bir aydır lafı edilen, üç gün önce isim listeleri ortalığa düşen, cemaat medyasına yapılan operasyon üzerine dört gündür neredeyse her şey söylendi. Ama hala şu sorunun açık cevabı yok; neden bu kadar öngörülen, öngörüldüğü bilinen bir operasyonun, her türlü acemiliğin, sakilliğin, şovun yaşandığı bir hale dönüşmesine göz yumuldu? Yaşanan acemilik, sakillik, beceriksizlik miydi gerçekten?

Kanımca amaç zaten birilerini tutuklamaktan çok bir psikolojik iklim yaratmaya ve siyasi rakipleri hataya zorlamaya dönüktü. Bu bakımdan birinci amaca ulaşıldı belki de. İkinci amaca ulaşıldı mı, onu da yakın zamanda göreceğiz.

İki yıldır yapılmaya çalışılan birçok şeyin hukuka uygunsuz olup olmadığı ya da medyaya baskı yapılıp yapılmadığı üzerinden tartışılmasının pek de anlamı kalmadı. İktidar ve yandaşları zaten yapılanlar hukuka uygundur ve medyaya baskı yapılmıyor demiyor ki. Yapılanların entelektüel ve siyasi gerekçeleri üretiliyor her gün. Bu toprakların çok aşina olduğu “olağanüstü dönem ve koşullar” gerekçesiyle “olağan dışı yöntemler” doğallaştırılıyor. Tıpkı devletin, önceki dönemlerin darbecilerinin ve şimdiye kadar ki tüm iktidarların sarıldığı gerekçe ve yöntemler gibi. Dolayısıyla “olağanüstü dönem ve koşullar” gerekçesi olağanlaştırılıyor, sıradanlaştırılıyor.

Tıpkı darbe tanımının içinin boşaltılarak sıradanlaştırılması gibi. Sanki altmış yılda dört darbeyi, birçok darbe girişimini yaşamamış, darbenin ne olduğunu hiç yaşamamış bir memleketmişiz gibi her türlü muhalefet girişimi de darbe tanımının içine dolduruluyor.

Bütün dünyanın Türkiye’yi bölmek veya manipüle etmek amacında olduğu, küreselleşmenin Türk kültürünü yok etmek için icat edilmiş bir akım olduğu, bu dış düşmanların içeride de ortaklarının olduğu böylesi olağanüstü dönemlerde, olağan dışı yöntemlere başvurmaktan daha doğal ne olabilir ki?

İktidar topluma yolsuzluk meselesinde ikna edemedikçe bilindik hikayeye sarılıyor. Sarılmaya da devam edecek görünüyor.

Öte yandan cemaat, yaptıklarının amacı, yapısı, hiyerarşisi, kimliği ve ilişkileri konusunda da toplumu ikna edemiyor. Etmeye de çalışmıyor zaten.

O zaman da olan biteni yalnızca basın özgürlüğüne müdahale ya da yolsuzlukları örtme çabası olarak okumak eksik kalıyor.

Seçilmiş bir iktidarın siyasi tercih, karar ve politikalarını doğal hiyerarşi ve siyasi yöntemler dışı örgütlenme ve uygulamalarla manipüle etmeye çalışmak dünyanın her yerinde gayri meşrudur. Hükümetler de bununla mücadele eder.

Sorunun kritik eşiği zihniyet ile suç olan eylemlerin aynı torbada cezalandırılmaya kalkışılmasıdır. Tıpkı Ergenekon meselesinde olduğu gibi. Siyasi tercih sahibi olmak, bir fikir etrafında örgütlenmeye çalışmak, meşru-doğal-şeffaf siyasi yöntemlerle o fikir için çalışmak ile o fikir için meşru-doğal-şeffaf olmayan yöntemlerle örgütlenmek ve iktidar mücadelesi vermek başka şeyler. Birincisi ile siyasi zeminde, siyasi rekabet içinde mücadele edersiniz. İkincisi ile yargı yoluyla mücadele edersiniz. İkisini de aynı torbaya doldurup, cezalandırmaya kalkışıldığında her şey karmakarışık olur. Nitekim cemaatin ve hükümetin ortak yapımıyla Ergenekon sürecinde darbe meselesiyle yüzleşmeyi başaramamış bir ülkede yaşıyoruz. Şimdi cemaat kendi kurgusu ve yapımı olan yol ve yöntemlerle kendisi karşı karşıya.

Tüm bunlar elbette hükümet ile cemaat arasındaki ölümüne savaşın içinde geçerli gözlemler olsa da meselenin her birimizi ilgilendiren tarafı var. Basın özgürlüğü, basın-iktidar ve basın-devlet ilişkileri, cemaatler-iktidar ve cemaatler-devlet ilişkileri gibi bir dizi boyutta ne denli zihni ve kurumsal sorunlarla karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkıyor. Medyanın yapılanması, sahiplikleri, yöntemleri, mesleki standartları, özgürlükleri kadar din ve inanç alanına kadar bir dizi konuda, devletin gündelik hayatın her bir anını kontrol etmek çabasından vazgeçmediği görülüyor. Böylesi büyüklükteki ekonomide, böylesi çeşitlilik ve farklılık barındıran toplumda merkeziyetçi, tek tipçi, şeffaflıktan ırak, denge denetleme mekanizmaları eksik bir devlet gücünün nelere kadir olduğunu ve olabileceğini her gün bir kez daha yaşıyoruz.

Böylesi bir yapılanma her alanda yolsuzluk, çeteleşme, partizanlık, keyfilik üretir. Üretiyor da zaten.

Siyasi rekabet bu nedenle devleti demokratikleştirerek yeniden yapılandırmak üzerine fikirler arasında değil. Bu devasa güce sahip olmak, kendi tektipçiliğini, keyfiliğini bu güç marifetiyle topluma dayatmak üzerine. Denetim ve kontrol dışı vurucu gücün asker veya polis olması farklılık üretmiyor.

Buradan çıkış bu ölümüne savaşın tarafları arasında seçim yapmakla ya da hakem veya arabulucu olmakla olamaz. Devleti yeniden yapılandırmayı, merkeziyetçiliği bozmayı, denge-denetleme mekanizmalarını doğru kurmayı, hak ve özgürlükleri bir bütün olarak görmeyi, şeffaflığı savunmakla olur. Yoksa taraflardan birisinden yana olmak devletin bu merkeziyetçi, tektipçi, keyfiyetçi ve ceberut yönünün, hangi dava uğruna olursa olsun, olağanüstü koşullar gerekçesiyle bir kez daha tahkim edilmesine su taşımak olur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.