Antik Roma’da gladyatörler, seyircileri eğlendirmek için ölümüne kavga eden savaşçılardı.
Dövüşçüler genellikle savaşlarda satın alınmış, ele geçirilmiş ve mahkûm edilmiş köleler arasından seçilirdi. Gladyatörler çok çeşitli gruplardan geliyordu. Genellikle erkek olmalarına rağmen kadın gladyatörler de vardı. Bazen herhangi bir vatandaşın da gönüllü olarak gladyatör olduğu görülebiliyordu.
Seçilen adaylar özel gladyatör okullarında ölmeye ve öldürmeye yönelik eğitimden geçirilirdi. O ölümcül eğitimlerde öldürme hüneri en gelişmiş olanlar arenaya sürülürdü.
Böylesine ölümcül bir dövüşe katılmanın kuşkusuz en önemli nedeni niçin öldüğünü veya öldürdüğünü bilmeden yalnızca hünerin ve öğretilenin bu olduğu içindi. Diğer önemli bir nedense halk gözünde kazanılan itibar ve saygıydı. Onlar için aslolan öğretilen ölme öldürme hünerini sergilemekti yalnızca, zaten bildikleri başka bir yaşam biçimi ya da yaşam zevki de kalmamış oluyordu hiç birinde. Yiğitlik, kahramanlık, yenmek, başarmak kavramlarının tek bir içeriği kalmıştı: ölene kadar karşısına çıkanları öldürmek.
Gladyatör dövüşleri oldukça vahşi ve zalimdi. Bir gladyatör arenanın kan emici kumunun üzerinde yatarken, bir diğeri kılıcını onun boğazına dayar, muzaffer edayla arenadaki seyirciler bakar ve imparatorun öldür işaretini beklerdi.
İşte o anda seyirciler durmadan heyecanla, coşkuyla, şehvetle, neşeyle bağrışırlardı.
İşte o anda heyecanın, şehvetin nedeni gladyatörlerin tüm öğretilmiş ölme öldürme hünerlerinin başarısı değildi artık. Gladyatörlerin şahsında, kutsallaştırılmış kavramların, cesaretin, kahramanlığın, onurun kızgın kumlar üzerindeki gladyatörlerin kanlanmış, yaralanmış, terlemiş bedenlerinde cisimleşmiş haliydi.
Oyuna yüklenmiş tüm insana dair kutsal kavramlara karşın sade gerçeği, oyunun tek gerçek kuralını gladyatörler biliyordu kuşkusuz: Birinin ölmesi gerekiyor ve birisi ölecek. Ölümüne dövüşmüş gladyatörler baştan biliyorlardı, birisinin ölüsü o kanlı kızgın kumlara serilecek, biraz sonra ölü bedeni atların çektiği arabayla mezarlığa, öbürü de o anın zafer sarhoşluğuyla bir daha ki dövüşe kadar hücresine götürülecekti.
Ve seyirciler, onlar da biliyor, dövüşün sonunda birisi ölecek. Onlar da bu dövüşü ve ölümü seyretme zevkine alışmışlar, bu seyirden heyecan ve mutluluk duyuyorlardı. Gerçek ölümü seyretmek o günlerde de en önemli zevk haline gelmişti. Bu seyirci topluluğu taklit ölüm istemiyordu artık, gerçeği istiyordu. Seyirciler durmadan bağırıyorlar, coşturmaya çalışıyorlar gladyatörleri.
Gladyatörlerin yaralanmasından, kılıçlanmasından, ezilmesinden, acı çekmesinden, öldürülmesinden hoşlanırdı bu seyirci, kan isterdi.
Bu zalim dövüşleri izlemeye gelenlerin çoğunun asıl amacı ölüm anında gladyatörün yüzündeki cesareti görmek olduğu yazılır tarih kitaplarında. Öldürme hünerine karşılık ölme cesareti de kutsallaştırılırdı böylece. Gladyatörlerden beklenen ölürlerken onurlu olmaları, ölümü bile kahramanca karşılamaları öğretilmişti zaten, işte şimdi onurlarıyla kahramanca ölme vakti gelmişti.
İmparator, şehvetle bağıran kalabalık seyircinin arzusunu yerine getirir, “öldür, öldür” bağırışları arasında işareti verirdi.
Vururdu öldürecek olan. Bir ölüm çığlığı, onurlu ve cesur ölmeyi öğrenmiş olan gladyatörün görevini tamamladığını gösterirdi seyirciye.
Seyirciler dağılır, bir başka gün yine ölümüne bir kavga olsa da biraz coşsak, eğlensek diye beklerlerdi.
* * *
Niye yazdım bunları… Son haftanın olaylarından sonra medyadaki çığlıkları, köşe yazısı diye, köşe yazısına yorum diye, yoruma cevap diğer yorum diye yazılanları gördükçe aklıma gladyatörler geldi. Ölmeyi ve öldürmeyi öğrenmiş, ölmeye ve öldürmeye kutsal binlerce anlam yüklenmiş, hala kahramanlıkları adına filmler yapılan gladyatörleri anımsadım. Sonra bir kez daha okudum bazı yazılanları: “Artık sayıyla galibiyet yok. Taraflardan biri nakavt olmadan bu kavga bitmez. Uzlaşma eşiği aşıldı.” “En kötüsü ne derseniz… Bu ruh halimiz derim… Çünkü ‘temennilerin gerçek sayılması hali’ toplumun zihin hücrelerine girdi… Taraftar olduk! Söküp atmak zor”
Ne yapayım, birlikte yaşamak zorunda olduğumuzu, yarın hepimizin ortak kadere uyanacağımızı, o ortak kaderi hep beraber yazabilmenin yolunu bulamadıkça, yeni bir toplumsal mutabakat üretmeden huzura kavuşamayacağımızı, kutuplaşma çıkmazının başımızı belaya sokacağını bir kez daha not etmekten başka elimden bir şey gelmiyor.