Çeşitli başlıklar halinde konuştuk defalarca. Şoven hareketlerin artışı, yabancı düşmanlığı, terör, şiddetin yaygınlaşması, vs[1]. Ama dünyanın terör ve terör örgütü kavramı içinde anlamaya, anlamlandırmaya ve mücadele etmeye çalıştığı olay değişti. Terör diye dar kapsamda tanımlanan şey giderek gündelik hayatın bir parçası haline dönüşmekte. Hatta terör örgütü sanılanların artık devletleri ve yönettikleri bir coğrafya var. Füze ve petrol rafinerisi dahil yüksek teknolojiye sahipler ve belki de yakın zamanda nükleer teknolojiye de sahip olacaklar.
Fransa’daki mizah ustalarına dönük katliamı yine eski kavramlarla anlamaya çalışmak, “mesaj kime idi”, “ne idi” türü geleneksel sorularla tartışmak yeterli değil. Veya “yapanların kim olduğu” sorusundan ibaret değil mesele. Daha bir gün önce İstanbul’daki intihar bombacısından, geçen haftaki Almanya’daki yabancı düşmanı gösterilerden farklı ele almak da yeterli değil kanımca. Daha geniş bir perspektiften bakmak gerekiyor.
Çağ değişimi diye kodladığımız, adlandırmayı nasıl yaparsak yapalım farklı bir hayat ve dünya var karşımızda. Ve bu yeni hayatın da farklı ritmi, karakteristikleri ve dip dalgaları var.
Birinci dip dalga göç. Kırlardan şehirlere, geri coğrafya ve ülkelerden gelişmiş coğrafya ve ülkelere doğru müthiş bir hareket var. Sanayi çağının son demlerine kadar heyecanla desteklenen, sanayiye ucuz kol gücü diye teşvik edilen göç bugün başka dalgalar ve taleplerle artarak sürüyor. Göçle gelenler yalnızca emek arzına katkılarıyla değil farklılaşan ihtiyaç ve talepleriyle varlar artık. Yerleşikler ise kendi kontrolleri dışında gelişmeye başlayan göçe de göçün ürettiği taleplere de direnç göstermeye çalışıyorlar.
İkinci dip dalga, göçe de bağlı olarak gelişen metropolleşme. Tüm dünyada nüfus metropollere doğru yığılıyor. Müthiş bir çokaşma yaşanıyor. Metropol hayatı içinde bilinen veya var olan ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal tüm yerel kodlar, kurumlar, kurallar, normlar, ilişkiler dağılıyor.
Üçüncü dip dalga değişen gündelik hayatın ritmi ve yeni karakteristikleri. Daha hızlı, zaman ve mekandan bağımsız çalışma-örgütlenme-üretme-ilişki yapıları yaşanıyor. Bu yeni hayat çok boyutlu, çok aktörlü. O nedenle de temel karakteristiği belirsizlik ve karmaşıklık. Yeni aidiyetler ve yeni duyarlılıklar biraz da bu karmaşaya ve belirsizliğe karşı direnişin arayışları.
Dünyanın bilindik ya da sanayi toplumu sosyolojisine göre oluşmuş devlet nizamı başta olmak üzere tüm ekonomik ve siyasal kurumlaşmaları, kuralları bugünün hayatına yetmiyor. Öte yandan bilgimiz, felsefemiz, ideolojilerimiz de yeni hayatı göğüslemeye yetmiyor. Hala yeni hayatın Marx’ını, Weber’ini, Freud’nu ve siyasi liderlerini, vizyonlarını bekliyoruz.
Bu cevap geciktikçe, devletler yeni biçimlere dönüşemedikçe, baş edilemeyen sorunlara karşılık bireyler de başka tepkiler geliştiriyorlar.
Devletler dönüşmek, demokratikleşmek yerine güvenlikçi politikalara geri dönüyorlar. Bireyler endişe, korku duygularıyla içe kapanmaya, radikalizme-fanatizme-şovenizme doğru savruluyorlar. Daha hafifinden ise lümpenleşme her yeri giderek sarıyor. İster inanç farklılıkları içinden, ister etnik aidiyet içinden, ister ekonomik sınıf içinden, ister siyasal ideoloji farklılıkları içinden bakalım, her farklılık aynı süreçlerden geçerek, aynı duygu haline kapılarak lümpenleşiyor.
Lümpenleşmenin belirtisi öncelikle “sığlık”. Tüm bu karmaşayı 140 karakterlik yazılarla anlamaya çalışmak, bir spekülatif veya şehvetli cümle ya da sloganla işi çözmeye çalışmak. Fikri güçlenmelere değil ezberlere dayalı tepkiselliğin hakim olması.
“Öfke” ve “hiddete” teslim olmak, baş edilemeyen sorunları öfkeyle göğüslemeye çalışmak. Öfkeli, hiddetli, manevi şiddet ağırlıklı dil ve tavır alışlar demek.
“Tahammülsüzlük” demek. Kendinden farklı olana karşı toleransın kalmadığı bir ruh dünyasıyla, baş edilemeyen sorunların kaynağı olarak farklı olanları suçlamaya başlamak. Giderek her türlü farklılığı “ötekileştirmek”. Bir sonraki aşamada ötekileştirmeyi şeytanlaştırmaya, manevi şiddeti maddi şiddete dönüştürmek. Nefret diline teslim olmak.
Asıl önemlisi de giderek içe kapanmak, kendinden farklı olanları ve baş edilemeyen sorunları dışarıda bırakabildiğin, kurtulduğun illüzyonuna teslim olmak. Ötekileştirilenlerle ilişki ve diyalog yollarını kesmek, temas kanallarını yok etmek, yalnızlaşmak.
Bu noktaya gelince de sığınıldığı sanılan, hangisi baskın ise ister inanç, ister etnik, ister ideolojik kimlik olsun, o kimliğin fanatizmine-radikalizmine teslim olmak.
Bu psikolojik iklimle mücadele etmeden, çoğulculuğun ve bir arada oluşların kurum ve kurallarını oluşturmadan yeni terörizm çoğalacak ve yayılacak.
Dün Fransa’da katledilen çizerlerin asıl yaptıkları her türden fanatizm ve dogma ile boğuşuyor olmalarıydı. O nedenle de fanatiklerin saldırısına uğradılar. IŞİD ya da El Kaide, Almanya’daki ya da Avusturya’daki ırkçı fanatikler aynı duygulardan besleniyorlar.
Devletler, geleneksel güç sahipleri de bu iklimden güvenlikçi politikalarını meşrulaştırmak tahkim etmek amacıyla kullanmaya çalıyorlar.
Bu süreçler inanç-etnik-ideolojik farklılıklara göre değişmediği gibi ülkeden ülkeye de neredeyse hiç fark etmiyor. Bu süreçler evrensel olduğu kadar yerel de bir bakıma. Kısa vadede de çözülecek gibi görünmüyor. Belki daha da çoğalacağı bir zaman aralığında yaşıyoruz.