“Duygularıyla hareket ediyor” demeyi hep bir küçümseme ifadesiyle kullanırız. “Duygusal olmak” sözü genellikle irrasyonel davranmayı ima eder günlük dilimizde.
Sanayi toplumu sosyolojisinde ve hatta tüm biliminde de duygu hep ihmal edilmiştir. Çünkü duygular somut neden sonuç ilişkisi içinde tanımlanabilir şeyler değildir. Bu nedenle bilimsellik duyguları kapsamazdı. Duygu genellikle alt kültürün, eğitimsizliğin, bilgisizliğin yerine irrasyonel davranışların gerekçesi olarak kullanıldı. Duygularına göre hareket eden biri, zayıf, bilgisiz, cahil biri olarak tanımlandı.
Kadın gibi duygusal olmakla suçladık örneğin ağlayan erkeği ve ayıpladık genellikle.
Bireylerin eğitildikçe ve kentleştikçe daha rasyonel davranacakları, daha modern değerlere sahip olacakları varsayıldı hep.
Fakat birçok nedenden dolayı gündelik hayatın ritmi ve karakteri değişti. Gündelik hayatın ritmi hızlanırken daha karmaşık hale geldi. Çok aktörlü, çok boyutlu, çok eksenli gündelik hayat var artık. Neyin neyi etkilediği, tetiklediği, neyin neden neyin sonuç olduğu eskisi kadar kolay tanımlanabilir olmaktan çıktı.
Ekonomik, sosyal, siyasal ve teknolojik değişimlerle beraber bilim de değişmeye başladı. Bugün anlaşıldı ki, bireyi yalnızca değerleri üzerinden tanımlamak olanaksız. Bireyi anlayabilmek için beden-zihin-ruh ve çevresini beraberce anlamaya çalışmak gerekiyor. Bireyin beyninin boş bir defter gibi söylenenleri algılayıp kaydetmediğini artık biliyoruz. Birey duyduğu veya okuduğu bir şeyi yaşadıklarından biriktirdikleri, bildikleri, beklenti ve algı gibi birçok duygularıyla beraber bir süzgeçten geçiriyor ve o mesajı alıyor veya almıyor.
ABD’de ki bir araştırmaya göre bireylerin bir mesajı almasında, kavramasında % 55 oranında mesajın kimin tarafından söylendiğinin, % 35 oranında nasıl söylendiğinin ve yalnızca % 10 oranında mesajın içeriğinin rol oynadığı anlaşılmış.
Şimdi özellikle algı teorilerinde gelişmelerle, sosyoloji ve antropolojideki yeni yaklaşımlarla anlaşılıyor ki, duygular kişi ile toplumun kavuşma noktalarından bir tanesi. Bireyler gündelik hayatın içinde yaşadıklarını, karşılaştıklarını hissettikleri duyguları yoluyla toplumun içinde varlar.
Bireysel algılar, beklentiler ve hissedişler ile toplumun önümüze koyduğu kurlar, toplumun bizden beklediği roller ve toplumsal ahlakın kuralları duygularımızla birbirine bağlanıyor.
Yeni gündelik hayatın belirleyiciliği yüksek duygularından bir tanesi de korkularımız. Korkularımız giderek yeni olan, bilinmezlik riski yüksek olan her şeye karşı bir direnç geliştirmemize neden oluyor. Giderek risk alma gücümüz kırılıyor ve giderek de daha iyiye doğru bile olsa tanımlayamadığımız her hamle bizi korkutur hale getiriyor.
Bunlar da bizi giderek kendimizi toplumdan da yalıtarak yaşamaya, gettolaşmaya götürüyor. Yalnızca ailemiz ve kendimizden ibaret yalıtılmış alanlar ve sınırlı hayatlara mahkûm oluyoruz.
Bunları yazma nedenim ülkede yaşanan siyasi sıkışmışlık ve kutuplaşma halinin de hem nedeni hem sonucu olarak bireysel ve toplumsal duyguları anlamaya çalışma çabası. Bu duygularımızın en önemlisi de kutupların bir ucunda korku, diğerinde öfke, diğerinde biraz şaşkınlık biraz cüretkârlık. Ama hepsindeki ortak duygu da gönül kırıklığı.
Tüm bunları ülkede olup bitenlere biraz da farklı bir yerden bakmaya çalışsak demek için yazıyorum. Yalnızca kendi korku, arzu, umutlarımız üzerinden değil de biraz da diğerlerinin üzerinden anlamaya, anlamlandırmaya çalışsak örneğin. Biraz da empati ve diyalog duygularımızı ve arzularımızı harekete geçirsek örneğin.
Boş bir kafa, yürek, beyin, beden olarak sanılan ya da bidon kafalı olup da göbeğini kaşıyarak vakit geçirdiği sanılan bireylerin de umutları, korkuları, talepleri ve asıl önemlisi duyguları var. Herkesin hikâyesi kendine göre. Akşamları pencerenizden diğer pencerelere bakın. Her ışık yanan pencerenin ya da karanlık pencerenin arkasında göremediğimiz, bilemediğimiz insanlar ve o insanların yaşadıkları ve yaşamayı umdukları var.
Onlarla biraz konuşmaya razı olsak, biraz hikâyelerini merak etsek. Biraz onların da bu ülkede bizim kadar söz hakları olduğunu içselleştirsek ve biraz onlarla bir kaderi paylaşmayı arzulasak. Göreceğiz ki onların ve bizim umutlarımız, korkularımız, öfkelerimiz ve taleplerimiz benzer: Huzur, yarına dair güvenlik hissi, tok yatmak, var olduğunun tanınması, hayatın ve düzeninin ona karşı adil olması, kendi olduğu gibi olabilmesinin hukuki güvencesi ve benzerleri. Konuşma, dinleme ve birbirini anlamaya çalışma ön kabulünün bizi getireceği yerin düşmanlıklar değil, ortak hayata dair inancın ve umudun artırılması olacağına inanıyorum ben.