Siyasetin toplumsal ve siyasal sorunları çözme kapasitesinin son derece düşük olduğunu biliyoruz. Bu kapasite düşüklüğünün en önemli yapısal nedenlerinden birisi elbette parti denilen yapının örgütlenme biçimi. Ve buna en büyük neden de siyasal partiler yasasının bizatihi kendisi.
Ama tek neden bu değil. Daha da önemli faktör bizdeki siyaset anlayışı ve siyaset yapma tarzı. Bu sorunlu alanda partiler yalnız da değil. Partiler dışındaki geniş siyasi alanda sivil toplum örgütlerinden medyaya hemen her aktörün olumsuz payı ve etkisi var.
Geniş tanımıyla siyaset, diğer ihtiyaç ve taleplerle, bu ihtiyaç ve talepler etrafında örgütlenmiş fikirlerle “müzakere, ikna ve uzlaşma süreçleri” demek. Bizde var olan siyaset ise diğerleriyle “münazara” ve “münakaşa” üzerine kurulu. O nedenle de hemen her konu uzlaşma değil, gerilim ve kutuplaşma üretiyor.
Sivil toplum dahil tüm geniş siyaset alanında hakim siyaset tarzı bu. Herkes kendi duvarlarının ardına geçmiş, kendi avlusundan öbür avluya taş atıyor. Ne taşın isabet edip etmediği, ne de atılan taşın kendine ne getirdiğinin önemi var. Siyasi tartışma denen şey duvarların ardından kör atışlardan ibaret.
Kimse öbürünün ne söylediğini, meramının ne olduğunu bilmiyor. Siyaset zemininin tüm entelektüel beslenmesi gazete köşe yazılarından ibaret. Hatta o yazıların bile yalnızca kendi fikrinden, kutbundan olanları okunuyor. Dolayısıyla kimse diğer siyasetlerin fikirleri, hedefleri, örgütlenmeleri hakkında somut bilgiye sahip değil.
Bu bilgisizlik hele böylesi kutuplaşma ortamında diğerlerine atfedilen vehimlerden, niyet okumaları besliyor. Doğal yollardan siyasi karşılaşmalar, iletişimler, etkileşimler, tartışmalar neredeyse yok.
Halbuki ne yeni anayasayı ne de Kürt meselesinin çözümünü birbiriyle iletişimsiz ve ilişkisiz bir siyaset zemininden üretebiliriz. Herkesin diğerlerinden ürktüğü, korktuğu bir ortamda umut yeşertemeyiz.
KONDA’da yürütmekte olduğumuz bir proje kapsamında ülkede var olan hemen tüm siyasi hareketlerin fikri önderi, temsilcisi kişilerle insan hakları ve yönetim meselesi etrafında görüşmeler yürütüyoruz. Siyasi hareketler insan hakları ve yönetim meselesinde neyi savunuyor, hangi argümanlarla ya da hangi gerekçelerle, neye karşı çıkıyor?
En önemli tespit şudur. Fikri ve sözel planda çok geniş bir mutabakat alanı gözlenmekle beraber hemen her görüşmenin bir yerinden itibaren tartışma “ama” noktasına geliyor. Ama dedikten sonra söylenenler, yapılacak olanın diğer siyasi hareketlerin art niyetlerini besleyeceği veya kötücül niyetleri olan diğer siyasetlere yarayacağı. O nedenle de şimdilik bu önerilen ya da çözümlerin ertelenmesi gerektiği.
Görüyorsunuz ki duygusal ambargolar fikri ambargolardan daha güçlü. Duygusal ambargoların en büyük kaynağı da diğerleri hakkındaki bilgisizlik, iletişimsizlik, ilişkisizlik. O zaman da vehimler ve paranoyalar devreye giriyor.
Bu durumu bozacak şey farklı siyasi hareket ve geleneklerden gelen, beslenen insanların örneğin Kürt meselesi veya yeni anayasa konusunda ilişki ve iletişim zeminleri üretilmesidir. Herkes kendi fikrini değiştirmeden ama her farklı siyasi fikrin ve hareketin var olabileceği demokratik ortamın oluşturulması için bir arada olabilir, talep ve eylemde bulunabilir. Böylesi bir demokrasi talebi yaratılabilirse siyaset üzerine baskı oluşturulabilir. Ancak böyle bir hamle aktörlerin çözüm süreçlerinde daha etkin ve cesur davranmasını sağlayabilir. Asıl önemlisi de siyasetin karakteri ve siyaset yapma tarzları değişebilir.
Bunun yolu da siyasetin doğallaştırılması ya da demokratikleşmesi. Dernekler, Vakıflar kanunlarından, toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa, siyasi partiler kanununa kadar siyaseti düzenleyen tüm hukuki çerçevenin demokratikleştirilmesi gerekiyor. Ancak böylesi bir ortamda siyaset doğal mecrasında akabilir, müzakere-ikna-uzlaşma süreçleri çalışabilir. Gerilimlerin, kutuplaşmaların tansiyonu düşebilir.
Bu amaçla küçük de olsa sivil siyaset zemininde çabalar var. Hrant’ın katledilişinin yıldönümünde, Kürt meselesi etrafında Barış Meclisi çalışmalarında bu kez farklı olan böylesi bir çabanın da olmasıydı.
Hrant’ı anma gününde hem muhafazakar, İslamcı siyasetin temsilcileri vardı hem de Hrant’ın arkadaşları adına konuşmayı Hrant’la aynı siyaset geleneğinden olmayan Hidayet Şefkatli Tuksal yaptı. Barış Meclisinin İmralı sürecine destek toplantısında siyasal İslam’dan sosyalistlere neredeyse tüm siyasi hareketlerden temsilciler vardı. Her iki olayda da tüm siyasetler adalet talebinde de barış talebinde de ortak çağrılarda bulundular.
İlginç olan da şu ki, büyük medya bu iki olayı da görmezden geldi.
Diyarbakır’da beş yüz bin kişi cenazelerin ardından barış için yürüdü. Hükümet rica etti diye canlı yayınlamadılar. Peki korktukları, rahatsız olacakları hiçbir şey olmadığı halde niye sonraki günlerde o yürüyüş, o barış talebi doğru dürüst haber bile yapılmadı.
Tesadüf mü? Bilmediklerinden, fark etmediklerinden mi? Yoksa bilinen siyaseti tümden değiştirecek potansiyelin gelişmekte olduğunu hissettiklerinden mi?