Sık sık ne kadar sürrealist bir ülkede yaşadığımızı hatırlıyorum. Özellikle siyasete ve medyaya bakıldığında yaşanan sürrealizmi hatırlatacak ne kadar örnek var önümüzde. Ama bu sürrealist durum aynı zamanda gerçekliğin de ta kendisi. Şu birkaç günde gündeme düşen üç haberi alt alta getirelim, aklımıza gelen soruları soralım ve sonra ülkede süren gerilimin, çatışmanın ne olduğunu, niçin olduğunu bir kez daha soralım kendimize.
HaberTürk televizyonunun hafta başında canlı yayınına katılan Baykal, gündemdeki konulara ilişkin soruları yanıtlarken demiş ki:
“Türkiye’de almış başını gidiyor hükümet. Ne Anayasa dinliyor, ne hukuk dinliyor, ne sağduyu dinliyor. Almış başını gidiyor. Bu açık gerçek. Buna “dur kardeşim, ağır ol, sakin ol, bu uygun değil” diyecek bir otorite lazım değil mi Türkiye’de? Şimdi yok o otorite. O otorite yok. O nedenle iş halka düşüyor şimdi. Halbuki halk böyle her krizde devreye girmek zorunda olmamalı. Halk görevlendirecek. Kimisini Cumhurbaşkanı diye görevlendirecek, kimisini Başbakan diye görevlendirecek, kimisini muhalefet diye görevlendirecek. Meclis olacak, mahkemeler olacak. Sistem uyum içinde çalışacak.”
Bunları söyleyen küçük bir partinin başkanı veya bir sivil toplum örgütünün, bir mezunlar derneğinin başkanı değil, köşe yazarı, haberlerin altına yorum yazan her hangi birisi değil, ana muhalefet partisi genel başkanı. 10 Milyona yakın seçmenin oy verdiği, siyaseten medet umduğu partinin genel başkanı. Aranan otorite kim? O otoritenin ne yapması, nasıl yapması bekleniyor acaba?
Başka bir haber: 11 Nisan 2010 tarihli Radikal gazetesi haberine göre, Yargıtay 9. Ceza Dairesi, “örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” ve “örgüt propagandası” suçlarının kapsamını genişletti.
Verdiği kararlarla taş atan çocuklara örgüt üyesi gibi ceza verilmesine zemin oluşturan Yargıtay 9. Ceza Dairesi, “örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” ve “örgüt propagandası” suçlarının kapsamını yeniden genişletti. Daire, bir PKK’lının cenazesine katılan sanığın sloganları alkışlamasını ve zafer işareti yapmasını “örgüt propagandası” suçunun unsuru saydı.
Bizim yargı kurumlarımızın neredeyse tümü, niçin sürekli yorum haklarını özgürlüklerin genişletilmesi yönünde kullanmazlar da aksine yorumlar hep daha da kısıtlayıcı olur?
Tüm yargı sistemine sinmiş nasıl bir zihniyet iklimi vardır ki özgürlüklerin teminatı olması gereken hukuk ve kurumları bizatihi özgürlüklerin başlıca engeli haline gelir?
Ve son haber: Danıştay ve Cumhuriyet gazetesine yönelik saldırılara ilişkin dava ile birleştirilen birinci “Ergenekon” davasının 144. duruşması yapıldı.
Duruşmada, Mahkemenin resen istediği “03 Mayıs 2006 ile 17 Mayıs 2006 tarihleri arasında Danıştay binasının güvenliği ile ilgili kameraların arıza nedenlerinin, hangi tarihlerde OYAK savunma ve güvenlik şirketine bildirildiğinin ayrıca bu tarihler dışında kameraların arıza yapıp yapmadığına” ilişkin talebine de cevap verildi.
Yapılan bilirkişi incelemesine ilişkin TÜBİTAK’tan gönderilen yazıda, Danıştay’a saldırının yapıldığı 17 Mayıs 2006 tarihindeki güvenlik kameraları kayıtlarının alındığı, harddiskler üzerine inceleme yapıldığı belirtildi.
Bu harddisklerde herhangi bir arıza saptanmadığının bildirildiği ifade edilen yazıda, kaydedilen kamera görüntülerinin akşam saatlerine ait kayıtlarının bir kısmının silindiği, özel bir programla yapılan çalışma sonucu silinen bu kayıtlardan bir kısmının kurtarıldığı kaydedildi.
Bu neyi gösteriyor açık değil mi? Danıştay saldırısı bir meczubun değil oldukça örgütlü bir gücün işi.
Tüm bu tablo bütün kurumlarıyla müthiş bir iktidar kavgasının sürdüğünü gösteriyor. Bu kavgada artık gizli saklı hiçbir şey yok. Bu kavgada hukuki veya hukuk dışı olma kaygıları da unutuldu. Bu kavga tüm cephelerde tüm araç ve silahlarla ve her türlü yöntemle sürdürülüyor.
Kavgayı yapanlar, yaptıklarını meşrulaştırmak için vatan, din, devlet, millet her kutsal kavramı sonuna kadar kullanarak sizi bizi de kavganın neferleri haline getirmek istiyor. Korkuları körüklüyor.