Bizim devletimiz babadır, gündelik dilimize bile girmiş bu anlayışı yaşatan bir zihniyet iklimi hep var olagelmiştir. Devlet baba bizim için hep iyiyi düşünür, yapar. Vatandaşı vatandaşın kendinden korur devlet babamız! Bizim devlet tanımımızda vatandaşın ödevleri ve görevleri vardır. Vatandaşın tüm farklılıklarını, kökenlerini, dinini, dilini, fikirlerini, taleplerini unutup devletin tanımladığı ödevleri yerine getirmesini bekler devlet babamız.
Son yıllarda çokça tartıştığımız gibi yalnızca ordu değil, devletin tüm organları aynı zihniyet ikliminden beslenir. Ordu dışında, gündelik politikanın dışında olduğunu varsayacağımız ziraat müdürlüklerine bakın isterseniz, hangi ilçede hangi ürünün ekilmesi gerektiğine onlar karar verir. Bu kararı bir gün olsun da sorgulamazlar, o yöredeki vatandaşın fikrini de almayı düşünmezler. Ziraat müdürlüklerindeki mühendisler, vatandaşa gitmezler, bilgilendirmeye çalışmazlar. Sabah dokuz akşam beş mesailerinde yalnızca kendilerine gelen vatandaşa cevap verirler. Bu ve benzeri tüm devlet organlarının tek farkı ordu kadar toplumu yönlendirici güce sahip olmamalarıdır, yoksa niyetlerinin ve çabalarının farklı olması değil. Bu nedenden hemen tüm devlet organlarının bir yerlerinde her birinin kendi andaçlarının olduğunu düşünüyorum ben.
Devlet dediğimiz aygıtın tüm hücrelerinin iki duygunun egemenliğinde olduğunu sanıyorum. Birincisi korkuları. Önce diğer devletlerin bizim vatandaşlarımızı kandıracağı, böleceği, devletine karşı isyana teşvik edeceği korkusu vardı, hala da var. İkincisi de devlet aygıtının içine önceleri Komünistlerin, son yıllarda İslamcıların, yerel yönetimlerin içine de Kürtlerin sızacağı korkusu. Bu korkular giderek de şiddetleniyor, paranoyalara dönüşüyor. Bu paranoya arttıkça üretilen korunma politikaları da şiddetleniyor. Ama ne çare!
İkinci duygu hali de vatandaşa rağmen vatandaşın iyiliğini düşünüyor olduğunu sanma ülküsü. Devlet babamız hiç benim isteklerim üzerinden bakmaz meseleye, O benim için iyi olanı bana rağmen bilir, bildiği gibi de ona benim de inanmamı, uymamı bekler.
Doğal olarak bu iki duygu hali demokrasiye yol vermez. Zaten demokrasi anlayışı seçimlerle sınırlıdır. Adaylar nasıl belirlenir, partiler nasıl çalışır, kurumlarda kararlar nasıl alınır, bunların önemi yoktur seçimlerin yapıldığı sürece. Temsili demokrasiye bile kendi çizdiği sınırların dışında tahammülü olmayan devletin bir de katılımcı demokrasinin gereklerini dikkate alması söz konusu bile olamaz.
Kararlara vatandaşın katılabilmesi, vatandaşın kendi oturduğu yerin ve kendi sorunlarını kendinin çözebilmesi, devlet kurumlarının hesap verebilirliği, şeffaflığı, denetlenebilirliği gibi meseleler hep aydınların öne sürdüğü, şimdilik atlatılması gereken, çok sıkışınca yapar gibi davranarak yine sulandırılması gereken meselelerdir.
Daha da vahimi sağ veya sol, statükocu veya değişimci oldukları iddia edilen partilerin de bu zihniyet iklimi dışında düşünmüyor, düşünemiyor olmalarıdır. Siz hiç dört başı mamur bir devlet reformu iddiası olan parti biliyor musunuz?
Bizim devletimizin bu yapıyı ve zihniyeti artık sürdüremeyeceği açıktır. Halka giydirilen bu elbisenin halkın hiçbir talebine cevap üretemeyeceği de açıktır. Günümüz dünyasının karmaşıklığını anlamak ve buna kendini uydurmak zahmetine bile girmeyen devletin, baştan aşağıya yeniden tanımlanması ve kurulması gerektiği de açıktır.
O nedenle meselemiz yalnızca Milli Güvenlik Kurulunun yeni görevi, tanımı meselesi olmaktan daha derin ve daha kapsamlı bir devlet reformunu yapabilmektir.