Ne zaman ülkenin sorunlarının özellikle de Kürt sorununun tartışıldığı bir toplantı veya konferansa katılsam tartışmalar bir biçimde şu noktaya gelip dayanıyor: “Ama bazıları bölünmek istiyor, ayrılmak istiyor, siz de hala tam demokrasi diyorsunuz, nasıl olacak?”
Demokrasi üzerine söylenmedik laf kalmadı ama hala bazı unsurlarını ya da boyutlarını konuşmamız ve üzerinde mutabakata varmamız lazım.
Birincisi ülkenin demokrasi sorunu yalnızca Kürt sorunu ile sınırlı değildir. Aksine ülkenin genel demokrasi ve demokratikleşme sorunu tüm coğrafyanın ve tüm yurttaşların sorunudur. Cumhuriyeti demokratikleştirememiş olmamız, cumhuriyetin başardığı tebaadan topluma, kuldan vatandaşa geçişimizin sürdürülememiş bir aşamasıdır. Tek tip toplumdan demokratik topluma, mecburi vatandaşlıktan gönüllü vatandaşlığa geçiş sürecini başaramadığımız içindir ki birçok sorunumuz var. Toplumun, özellikle de vatandaş olmanın referanslarının devletçe tanımlandığı tek tip vatandaşlık ve tek tip kimlik yerine gönüllü yurttaşlığa geçişini başaramadığımız için yalnızca Kürt sorunu bağlamında değil, devletin tüm vatandaşlarıyla sorunu var. Bu sorunların en önemlisi de Kürt sorunudur. Cumhuriyeti demokratikleştirememiş olmamız Kürt sorununu da var eden en önemli meseledir.
İkincisi, demokratikleşme yalnızca iki yasa değişikliğiyle sınırlı değil devletin baştan aşağı yeniden kurgulanmasını ve yönetim reformunu da içermelidir. Eğer demokrasiyi yalnızca seçimleri yapabilmekle sınırlı görmüyor, yurttaşın yönetime katılabilmesi, şeffaflık, denetlenebilirlik gibi birçok unsuruyla beraber katılımcı demokrasiyi hedefliyorsak tüm yönetim mekanizmalarını da değiştirmek, yeniden kurgulamak zorundayız.
Bir başka mesele demokrasimizin hangi referansların üzerine oturacağı meselesidir. Laiklik, insan hakları ve evrensel hukuk ilkelerine dayalı, özgürlüğün ve yaratıcılığın önündeki tüm engellerin kaldırıldığı yeni bir toplumsal mutabakat ve bu mutabakatın ürünü olan yeni bir anayasa yapmak zorundayız.
Tüm bunların içinde hala birilerinin ülkesiyle sorunu olabilir. Bu anlamda demokrasi bir bakıma risk yönetme rejimidir de. Diğer vatandaşların haklarını, özgürlüğünü ve yaratıcılığını sınırlamadığı, sınırlama yolunda maddi veya manevi şiddet uygulamadığı sürece her fikir, demokrasiye karşı bile olsa var olabilir. Silah, terör gibi maddi veya mahalle baskısı benzeri manevi şiddete yönelen demokrasi karşıtı hareketlere karşı tüm vatandaşların güvencesi hukuk olacaktır.
Riskleri göze alamıyor olmak riski yok etmiyor, nitekim yaşıyoruz da. Hayatımızın her alanında aynı mantıkla bakarak görüyoruz ki, göze alamadığımız her risk bir anlamda kaçırılan da fırsatlar aynı zamanda.
Ama riski göze alamıyor olduğumuz için bireysel hayatlarımızda da iş hayatımızda da ülke hayatında da her gün tekrar görüyor ve anlıyoruz ki riski göze alamadıkça vasata razı oluyoruz.
O zaman da soru şudur, razı olduğumuz vasat bu mudur? Vatandaşlarıyla ya fikirleri, ya dini inançları ya kıyafetleri ya etnik kökenleri ya da siyasi fikirleri nedeniyle problemi olan devlet düzeni içinde, demokratikleştirilememiş cumhuriyetimizle ve bugün var olan tüm sorunlarımızla yaşamaya devam etmeye razı mıyız? Biz razı isek bile razı olamayanlar ve hatta kendini devletin referanslarıyla değil kendi kültürel kimlik referansları ve hayat tarzlarıyla tanımlayan mutsuz vatandaşların varlığıyla nereye kadar devam edebiliriz? Korkularımızın ve olası risklerin bizi vazgeçirdiği her değişim ile yalnızca risklerden korunmuş olmuyor, hayatımızın olası zenginliklerinden bir parçayı da yok etmiş olmuyor muyuz?
O yüzden yeni mutabakatı aramamız gereken yer haklarımız, özgürlüklerimiz ve yaratıcılık potansiyelimiz ile hukukun dengesidir.