Denir ki, hiçbir kar tanesi bir diğerine benzemez. Tek bir kar tanesini elimizde tutamayız, şeklini çıplak gözle göremeyiz. Parmaklarımızın üzerinde ağırlığını veya ıslaklığını bile hissedemeyiz.
Ama o ağırlığı ve şekli belirsiz kar taneleri birikir. Birikir ve tek birinden beklenmeyecek, algılanamayacak bir güce ulaşır.
Biraz hayatlarımız da böyle!
Birbirine benzediğini sandığımız her günün, duyguları, algıları, beklentileri, deneyimleri üste üste birikir. Kaybedilenler, yanlış yapılanlar, hayal kırıklıkları da elbette. Fark ederiz ki bir sabah aslında değişmişsiz. Ne hayallerimiz ilk gençliğimizin hayalleri, ne hüner ve becerilerimiz okuldan ilk mezun olduğumuz günkü ile aynı.
Genellikle de o kırılma anlarını minik kar tanelerine ve onların birikmelerine değil, büyük bir olaya ya da aşka ya da iş değiştirmeye bağlarız. Ya da rastlantılara, şanslara, yıldızın parladığı anlara.
Bireysel hayatlarımızda yaptığımız hatayı sıkça, neredeyse her gün ülke hayatına ve topluma dair meselelerde de yaparız.
Binlerce, milyonlarca tekil ve minik kararın ve eylemin toplumsal bellekteki etkilerini ıskalıyoruz mesela. Hele yaygın medya ezberiyle, bu toplumun balık hafızalı olduğuna inananlardansak, bir sabah gördüğümüz, duyduğumuz kırılmaları anlamlandıramıyoruz.
Olanları anlamlandıramamanın, bilinmeyen değişenlerin ilk yürek çarpıntısıyla yok saymaya başlıyoruz. Anlamlandıramama sürdükçe de önce bilinmeyen güçlerin ürettiği geçici durumlar olarak algılamak işimize geliyor. O geçici durumu üreten komplo sahiplerinin, iktidarın, askerin (hepimiz meşrebimize, inançlarımıza ve siyasi kabullerimiz bağlı olarak özne değişiyor elbette) gücü ve etkisi azaldıkça, o geçici durum ortadan kalkacak diye bekliyoruz.
Geçici durum kalıcı olmaya doğru evrildikçe, hala anlayamamış ve anlamlandıramamışsak, korku üretme aşamasına geçiyoruz.
Avaz avaz bağırmak (bugünlerde siyasi liderlerimiz sıkça yapıyor), ürküntü yayan mesajları bir birimize göndermek (bugünlerde okumuş çocukların sosyal ağlarında hepimiz yapıyoruz) gibi tepkiler geliştiriyoruz.
Bu referandum süreci de biraz böyle gelişiyor bence. 13 Eylül sabahı sonuç ne olursa olsun, ülke hayatında da bireysel hayatımızda da çok özel değişiklikler olmayacak.
Ama bu sürecin en önemli kazanımı bence şudur: “Bu ülkenin en önemli meselesi yeni bir toplumsal mutabakat üretmektir. Yeni bir ortak hayat iradesi geliştirmektir. Bunun yolu da yeni bir
Anayasa yapmakla başlar.”
Bu mutabakat ister etnik kimlikler, ister dini kimlikler, ister hayat tarzları, ister farklı siyasetler, isterse de devlet-birey arasında olsun, gerçekte de tümünü kapsar biçimde, yeniden üretilmek zorundadır. Bugün en azından yeni, yepyeni bir anayasa ihtiyacına itirazı olan tek bir siyasi aktör kalmadığına göre de böyle olmak durumundadır.
Tüm bedellere, kaybedilenlere rağmen son otuz yılın gelişmeleri ve tartışmaları, hiç olmadığı kadar bilinçlerimizde ve gönüllerimiz de bir birikim yarattı. Bireyler olarak da toplumsal olarak da.
Eski bildik kurallar da kutsallar da bugünün hayatını karşılamaya yetmiyor.
Seviyesi gerçekten düşük süren son üç ayın tartışmalarının bile bu anlamda müthiş olumlu bir katkısı oldu bence.