Uludere faciasından sonra iktidarıyla, muhalefetiyle, Kürtleri temsil ettiğini iddia edenleriyle ve medyanın önemli bir kesiminin olayı tartışırken kullandığı dile inanamıyorum.
Tamam, partiler ve o partilerin yandaşları arasında siyasi rekabet olur, olmalıdır da ama siyasi rekabetin dili bu mudur? Hele siyasi rekabete konu olan şey Kürt meselesi ise bu kadar mı aymazlık olur?
Yaşanan Ak Parti yandaşlığı – karşıtlığı eksenindeki siyasi kutuplaşmayı anlayabiliyorum ama bu kutuplaşmanın gündelik hayata yansıması ve yayılmasının, Kürt meselesinin de ayrı bir eksende Türk-Kürt kutuplaşmasına dönüştüğünün hala fark edilemiyor oluşuna inanamıyorum. Kullanılan bu dil yaşanan iki ayrı eksendeki bu kutuplaşmayı daha da artırıyor a dostlar farkında değil misiniz?
Ayça Şen’in harika tespitiyle söyleyeyim, “hortlaklar bile hangi mezarlıkta böö diyeceğini şaşırdı” artık.
Hortlaklar bile hangi mezarlıkta böö diyeceğini şaşırdı
Ruhumuzla bedenimiz ayrışıyor, duygularımız kayboluyor, acılarda bile ayrışıyoruz artık. Duyarsızlıklarımız acımasızlığa dönüşüyor giderek.
Bu günler sürpriz de değil üstelik! Radikal gazetesinde 23-28.12.2008 tarihlerinde yayınlanan, Kürtler başlıklı dizide, elimizdeki verilerden yola çıkarak, demişim ki:
“Sorunun karakterindeki bir başka önemli değişiklik sorunun katman değiştirmiş oluşudur. Kürt sorunu devlet-birey ilişkisindeki bir sorun iken ve bu eksen üzerindeki sorunlar üzerinden bir terör sorunu üremiş iken, bugün geldiğimiz noktada sorun giderek toplumun iç sorunu haline gelmektedir. Her gün şu ilde bu ilçede küçük veya büyük görülmekte olan olaylar hem bu karakterindeki değişikliği göstermektedir hem de daha büyük ve daha belalı bir başka soruna işaret etmektedir. Kürt sorunun bu karakter değişikliği de kendi başına sorunun çözümünü giderek zorlaştırıcı bir karakter taşımaktadır. Çünkü daha önceki devlet-birey sorunu halini çözümü belki yalnızca TBMM’de bazı yasa değişiklikleri ile yönetilebilecekken, bugün tüm toplumun yeni bir mutabakat yaratması gerekliliğine doğru dönmektedir. Açıktır ki, yeni bir toplumsal mutabakat birkaç yasa değişikliğinden daha zor olacaktır. Üstelik ülke neredeyse her şeyi ile bir siyasi kutuplaşmaya sürüklenmiş ve bu kutuplaşmayı aşamıyor iken. En önemlisi de giderek toplumdaki ortak yaşama iradesi aşınmaktadır.”
“Toplumsal uzlaşma tarafların masadaki temsilcileriyle değil, gündelik hayatın içinde yaptıklarınızla ve kullanılan dille üretilir.”
Kürt meselesi geleceğimizin tıkaçı değil, yaşamsal dinamiği artık
Şimdi de olan bitene ve kullanılan dile baktığımda üç şeyi görüyorum. Birincisi Kürt meselesi ve Kürtlerin de Türklerin de toplumsal psikolojisi, siyasi gerilim ve siyasi rekabet konusu olmaktan çıktı artık. Kürt meselesi, bu meseleyi çözüp çözemeyeceğimiz ve hangi araç ve yöntemlerle çözeceğimiz ortak yaşam için, yeniden “biz” olabilmek için, yeni toplumsal uzlaşma ve yeni anayasa yaşamsal bir mesele haline dönüştü.
İkincisi tüm bu fay hatlarında, siyasi gerilimlerde ve hatta Anayasa uzlaşma komisyonunda dört parti yok, beş parti var. Beşinci parti “devlet”, vatandaşına rağmen var olmaya çalışan “devletçi zihniyet”. Bu zihniyet ve sahibi aktörler hemen her siyasi aktörün içinde şu veya bu oranda var. Bu zihniyet ne olursa olsun kendi varlığını, eski zihin haritaları, kurum ve kurallarıyla değişmeden sürdürmek istiyor. DeğişiyorMUŞ gibi yaparak, değişimin yanındayMIŞ gibi yaparak, kaygıları, endişeleri, korkulara dönüştürmeyi başardı. Her kesime, o kesimin meşrebine uygun korkular salarak ama genelde değişimin risklerini gerçeğe dönüştürecek hamleler, operasyonlar yaparak, en azından kontrolünde olmasa bile olan vakaların algılanmasını ve tüm siyasi aktörleri bir biçimde manipüle etmeyi başardı. Bu devleti tüm zihniyeti, kurum ve kurallarıyla yeniden yapılandırmadan gerçek bir değişim başaramayacağımız ortaya çıktı.
‘Ya ordasınızdır ya burada…’ zihniyeti kapladı her şeyi
Üçüncüsü kullanılan dilin sahiplerinin zihin haritalarıyla ilgili. Anımsayacaksınız Kuzey İrlanda’nın çatışma ve ölümlerle geçen yakın tarihine dair bir film vardı, “Cennette beş dakika”. Geleceğe giden yolun, kendi geçmişiyle yüzleşmekten geçtiğini anlatan film, 1975 yılında başlıyor. İngiltere’yle birleşme yanlısı Ulster Gönüllüleri’nden 17 yaşındaki Alistair Little, 19 yaşındaki Katolik Jim Griffin’i öldürüyor. İki hafta sonra Alistair tutuklanarak cezaevine gönderiliyor. Jim’in 11 yaşındaki kardeşi Joe, cinayetin tanığı. Cinayetten 33 yıl sonra, Katil Alistair’le kurbanın kardeşi Joe bir TV programında yüzyüze gelecekler. Katil Alistair “O dönemler bana tek doğrunun o an adam öldürmek olduğunu söylediler, bende onu yaptım” diye anlatır cinayeti anlatırken ve cinayet sonrası gizlenmediğini, kaçmadığını aksine bara gururla gittiğini ve nasıl kendini bir kahraman olarak gördüğünü anlatır. O günlere dair duygularını anlatırken der ki “bir kere o örgütlere katıldıktan sonra onlara sesinizi duyurma şansınız yoktur artık. O örgüte dâhil olan herkes iyi, karşısında olan herkes kötüdür. Bizden ölen herkes kurban, onlardan ölen herkes ise kazançtır. Karşı taraftakilerin iyi birer karakterinin olup olmaması, çoluğu çocuğu ailesi, onların ne kadar üzülecekleri düşünülmez. Ya ordasınızdır ya burda…”
Bu sözlerdeki “örgüt” kelimesini “yan”, “kutup”, “zihniyet” olarak da okuyabilirsiniz. İşte bu zihniyete teslim olmuş durumda siyasetimiz ve medyamız, herkes “ya orda ya da burda”.
Ama herkes bir dakika durup düşünmeli, ne istiyor? Çözüm mü çatışma mı? Ortak bir yaşam mı ötekilerin yok olmasını mı? Hangi dil, hangisine giden yolu açar? Ya da daha önemlisi belki de yolları tamamen tıkar!