Bir araştırma üzerine (1):

Yine, yeniden medya üzerine

TESEV ve KONDA işbirliği ile gerçekleştirilen “Anayasa’ya dair tanım ve beklentiler” araştırması üzerine çokça tartışıldı.

Her yayın organı araştırmanın bütününden daha çok kendi siyasi pozisyonuna uygun gördüğü bir bulguyu başlığa çıkardı.

Medya araştırmayı gerçekleştiren kurumlar olarak TESEV ve KONDA’dan herhangi birisini yine kendi siyasi değerlendirmelerine göre öne koydu. Hatta bazıları ya KONDA’dan ya da TESEV’den hiç bahsetmedi bile.

Raporda uzun değerlendirme ve yorumlarımız olduğu halde çok az kişinin o yorumları okuduğu görülüyor. Yalnızca bulgu ve grafikler öne çıkarıldı. Sonra da ya araştırmanın yanlışlığı ya soruların yanlış sorulduğu ya da araştırmanın zamanlaması gibi söylemler çokça yer aldı.

Bu hatalar hem habercilik hem yorumculuk boyutunda da vardı. Bir kez daha gördük ki medya, haberciliğiyle siyasal kutuplaşmanın bir parçası, taşıyıcısı, çoğaltıcısı olarak gönüllü bir rol oynuyor. Benzer şekilde Kürt meselesine değen araştırma bulgularının veriliş ve öne çıkarılış tarzı da medyanın kutuplaşma kadar toplumsal ve siyasal yaşamdaki gerilimlerin çatışmacılığa dönüşmesinde de etkin bir rol oynuyor.

Araştırmaları reddetmek ya da araştırmalarla ülke yönetmek

Bu tür araştırmalar verili hale dair bulgu ve bilgi üretir. Yapılan şey tarihin bir anında toplumun nabzını ölçmek, algı ve beklentilerini anlamaya çalışmaktır. Bir fotoğraftır veya röntgendir ortaya çıkan.

Fotoğrafa bakıldıktan sonra iki şey sıkça yapılıyor: Ya fotoğrafı çekenin niyeti, kastı üzerine bir tartışma başlıyor ki genellikle fotoğrafı beğenmeyenler böyle davranıyor.

Ya da fotoğrafa bakanın kendi siyasi pozisyonuna göre bulguların bir kısmı doğru bir kısmı yanlış olarak değerlendiriliyor, sonra da yine kendi pozisyonunu teyit eden bulgular üzerinden bir münazara yapılıyor.

Bir başka yaklaşım olarak da toplumun bilgisiz, geri, kafası karışık olduğu sonucuna varılıyor.

Elbette birçok insan da fotoğrafı anlamaya, analiz etmeye, yorumlamaya çalışıyor.

Araştırmalarda toplumda hangi konularda bilgi eksikliği olduğu, hangi konularda henüz oluşmamış ve eksik kanaatler olduğu, yanlış imaj, algı ve beklentiler de ortaya çıkıyor.

Eğer toplumda yanlış algı ve kanaat var ise yanlışlık araştırmadan daha çok yanlış algının kaynağında.

Kaynak deyince de iki noktaya dikkat çekmek gerekiyor. Birincisi insanlığın binlerce yıllık birikiminin sonucu olarak oluşan evrensel standartlara kıyasla yanlışlık. Örneğin idam tartışmalarında veya kadına dair araştırmalarda sıkça başvurulan “biz böyleyiz” veya “toplum istiyor” argümanı doğru değil. Çünkü toplumun isteği veya tercihleri evrensel standartlara uymuyor demektir. Ya da Kürt meselesine dair araştırmalarda ortaya çıkan Türklerdeki sertliği veri kabul etmek ve buna göre politika üretmek doğru değil. Çünkü ne insanlığın birikimini dikkate alarak, ne vicdani ne de ahlaki olarak bu sertliği veri kabul etmek anlaşılır değil. Yapılması gereken bu yanlış algı ve tercihleri nasıl dönüştüreceğimize kafa yormaktır.

İkinci nokta da eğer sizin istediğinizden farklı bir algı ve kanaat varsa demek ki derdinizi, tezinizi doğru anlatamamışsınız demektir. Yapmanız gerek ne topluma ne de araştırmacıya kızmaktır. Yapmanız gereken sizce yanlış olan bu algıyı değiştirmek için politikalar üretmeniz gerekir.

Kısaca ne anketleri veya diğer bilimsel çalışmaları yok sayarak ne de her şeyi bu anketler üzerine kurarak ülke yönetilir, politika da yapılır.

 

Bir araştırma üzerine (2):

Her soyutlama gerçeklikten bir miktar kaybetmektir

Verilerden bilgi üretirken ve bilimsel tezleri, modelleri, şablonları geliştirirken soyutlamalar yapıyoruz. Deneylerin, araştırmaların, gözlemlerin sonuçlarının içindeki yaygın, etkin belirtilere, rakamlara, bulgulara bakıyoruz genel olarak. O ana akım, örüntü üzerinden düşünmeye başlıyoruz. Geliştirdiğimiz bilgi, model, şablon da o ana belirtiyi, eğilimi açıklamaya dönük oluyor.

Ana akımı, eğilimi açıklamaya çalışırken bunun dışında kalan görece ana akıma göre daha az gözlenen durum bu açıklamanın dışında kalıyor. Bilginin, modelin, şablonun, soyutlamanın dışında kalan daha az görülen, rastlanan bu gerçeklik soyutlamada yer almıyor ama yok olmuyor ki. Soyutlanan bilginin dışında kalmış o azınlıktaki durum orada, gerçekliğiyle duruyor.

Bu bilimsel modeller hayatı kategorilere, kompartımanlara, kümelere ayırıyor. Hayatı açıklamak için bunlara ihtiyaç da var.

Öte yanda her rastlanan durumu o soyutlanmış bilgi, modele uygunluğunu tartışıyoruz.  Modele uymayan azınlıktaki gerçekliği ya yanlış ya da yanlış bulgu olarak geçiştiriyoruz.

Örneğin siyaset bilimi teorilerinden bir sol-sağ tanımı veya İslamcı, Atatürkçü tanımı var. O tanım üzerinden İslamcılar şöyle, muhafazakarlar böyle, Atatürkçüler şöyle davranır, söyler diyoruz. Tersi bulguyla karşılaşınca da şaşırıyoruz. Halbuki hayatın içinde bu var.

Sade birey teoriler, teorik bilgileri üzerinden değil, bildiği kadarıyla, kendine yakıştırdığı kadarıyla, kendi değerleri, kendi duyguları, kendi algılarıyla tercihlerde bulunuyor, anketlere cevap veriyor.

Sade bireyin derdi siyaset teorilerine uygun ve tutarlı davranmak değil, kendi hissiyatının ve talebini, derdini ifade etmek.

Toplumun kategorileri, kümeleri aslında bizim, kendimizin içinde

Araştırmalardan sonra bulguları açıklarken yüzde 50’si A, yüzde 30’su B, yüzde 20’si C dedi diyoruz. Yukarıda değindiğim gibi hemen toplumu üç küme olarak algılıyor, kategorize ediyor ve etiketliyoruz.

Ferhat Kentel’in bu araştırmanın yorumunda söylediği gibi aslında bu üç küme aynı zamanda kendi içimizde, fikirlerimizde, kanaatlerimizde, algılarımızda üç farklılık da var demek.

Örneğin 10 soru karşısında, beşinde beklentilerimiz baskın olup daha hoşgörülü,  beşinde korkularımızdan hareketle daha tutucu cevaplar verebiliyoruz. Gündelik hayatımızda da hemen her birey aynen böyle davranıyor.

Herhangi bir mesele karşısında her birimizin çok küçük farklarla bile olsa bir eksen üzerinde en tutuculuktan en özgürlükçülüğe, en otoriterlikten en demokratlığa pozisyon alışımız da bu yüzden.

Örneğin Kürt meselesinin demokrat yöntemlerle çözümünden yana olan bir büyük kitle içindeki her bir bireyin, anadil olarak Kürtçenin resmi dil olmasından yalnızca yerel hizmetlerde kullanılabilmesine, yerel yönetimin güçlendirilmesinden demokratik özerkliğe kadar bir dizi meselede bir dizi farklı duruşu var.

Dolayısıyla kendi içimizde bile var olan tutarsızlık da denilebilecek farklı tutumları, toplum üzerinden konuşmaya başlayınca suçlayıcı bir dil ve açıklama kullanmak doğru değil.

 

Bir araştırma üzerine (3):

Çelişki mi ikircikli değişim mi?

Toplum son yirmi yıldır gerek küresel gerek iç dinamiklerle, gerek teknolojik gerek sosyolojik müthiş bir değişim yaşıyor. Gündelik hayatın ritminden ekonomik ve siyasi hayata kadar hemen her şey yirmi yıl öncekinden farklı.

Bu değişim bir siyasi vizyonla yönetilmediği için biraz da toplumun daha iyi bir hayat arayışında kendi iç dinamikleriyle gelişiyor olduğu için hem ikircikli hem savruk.

Kentlere ve kentleşmeye dair konuştuğumuz sorunların tümü de eğitim, kadın meseleleri de Kürt meselesi ve kimlik siyasetleri meselesi de bu ikircikli ve savruk değişimden etkileniyor.

Çünkü siyaset tüm bu değişimin her boyutuna cevap üreten bir bütüncül vizyon üretemedi hem de ekonomik ve sosyal değişime paralel siyasi ve hukuki değişim başarılamadı.

O nedenle toplum taleplerini, umutlarını önüne koyduğunda hareket halinde ve değişime açık. Öte yandan kendine özgüveni, hoşgörüsü, hukukun üstünlüğüne olan inancı düşük toplum, değişen hayatın kem kendisine yönelik hem de ülke hayatına yönelik potansiyel risklerine karşı tedirgin, kaygılı, endişeli.

İki duygu bir arada çalışınca da bir yandan  “devlet, tüm özgürlükler ve başörtüsü, cinsel yönelim gibi her türlü kişisel tercihler karşısında, bu tercihler ne olursa olsun tarafsız kalmalıdır” fikrine yüzde 70’i destek veriyor; bir yandan da yüzde 92’si şu ifadeyi destekliyor: “Devlet vatandaşlarını, onların tercihlerinden ötürü maruz kalabilecekleri ayrımcılığa ve saldırılara karşı korumakla yükümlüdür.”

Benzer şekilde yüzde 82’si “Anayasa Atatürk ilke ve inkılapları ile Atatürk milliyetçiliğine yer vermelidir” diyor, öte yandan yüzde 53’ü “yeni anayasa Kürt meselesini çözmelidir” diyor.

Bu ikircikli değişim sürecinin bir başka sonucu da değerler ile gündelik hayat pratikleri arasındaki mesafenin açılması oluyor. Doğru bilinenler ile yapılanlar arasında gri alan büyüyor. Çünkü toplumun yarıdan fazlası hukuka yarıya yakını siyasete, onda dokuzu bir diğerine güvenmiyor. Bu güvensizlik hali de anketlerde değerler üzerine sorulan sorular ile hayat pratikleri ve kendi tercihlerine dair sorular arasında çelişik gibi görünen bulguları üretiyor.

Kerim devletten hakem devlete

Bu araştırmanın önemli bulgularından birisi de toplumun devlete biçtiği rolde bir değişim eğilimi gözleniyor. Elbette başlı başına bir araştırma konusu olarak “devlet algısı ve tanımı” araştırılmalı (2013 planlamamızın içindeki KONDA araştırmalarından birisi bu) ama yine de bu araştırmada da bazı ipuçları var.

Sanki toplumun kafasındaki devlet tanımı “her şeye hakim ve her şeyi yapmaya kadir devletten” “hakem devlete” doğru dönüşüyor.

Toplumun yüzde 72’si “vatandaşların ait oldukları grup, kültürel kimlik ya da cemaatler olarak yaşayabilme özgürlüklerinin tanınmasını” istiyor, öte yandan da yüzde 85’i, “ait olunan kültürel grup içinde baskıya maruz kalan vatandaşların hakları için devletin müdahale etmesi gerektiğine” inanıyor.

“Kamu hizmetleri mümkün olduğunca halkın seçtiği yerel kurumlarca yürütülmelidir” fikri dörtte üç oranında destek görüyor.  “Seçilmiş yerel yönetimler yalnızca kendi bölgelerinde geçerli olmak üzere merkezi sisteme ek olarak vergi düzenlemeleri yapabilmelidir.” cümlesi yüzde 48,5 oranında onay görüyor.

 

Bir araştırma üzerine (4):

Kimlik siyasetleri parti tabanlarına dayanmıyor

Bu araştırmanın genel bulgularına bakıldığında siyasi aktörlerin anlaması gereken iki önemli nokta var.

Araştırma ilk olarak Kürt meselesinin hemen her şeyi gölgesi ve etkisi altına aldığını gösteriyor.

Araştırmanın ikinci önemli bulgusu da siyasi partilerin tabanları ile izledikleri siyaset arasındaki çelişik durum açıkça görülüyor.

Siyasi tercihler ile siyasi kimlikler bulgularına beraberce bakıldığında her partinin tabanının geniş bir koalisyon olduğu görülüyor. Ak Parti tabanının yüzde 32,2’si kendini “İslamcı” olarak yüzde 28,8’i muhafazakar tanımlıyor ve bu ikisi en büyük koalisyon ortağı. Ama aynı tabanın yüzde 15,2’si kendini milliyetçi, yüzde 13,2’si de “Atatürkçü”, yüzde 5’i “demokrat” olarak tanımlıyor.

CHP tabanının yüzde 67’si kendisini “Atatürkçü”, yüzde 13,4’ü “sosyal demokrat”, yüzde 4,8’i demokrat olarak tanımlıyor.

MHP tabanının yüzde 33,1’i ülkücü, yüzde 39’u “milliyetçi”, yüzde 16,9’u “Atatürkçü”.

er

Parti tabanlarına bakıldığında sol-sağ ekseninde de bir monoblok görüntü yok. Öncelikle artık toplumun yüzde 37’si için sol-sağ ekseni açıklayıcı değil. Hatta “merkezde” olduğunu söyleyenleri de dahil edersek toplumun yarısı kendisini solda ya da sağda olarak tanımlamıyor.

er

Bu iki tablonun gösterdiği fotoğraf ile “kimlik siyasetine” sıkışmış partiler uyuşmuyor. Bu araştırma hem tabanları açısından hem de anayasa dair tanım ve beklentiler hakkındaki bulgularıyla bütün bir okuma yapıldığında partilerin her birinin tek bir kimliğe dayalı siyaset ve anayasa talebinden vazgeçmeleri gereğini ortaya koyuyor.

Bu tespit de bu mini dizinin son paragrafına getiriyor bizi.

Anayasa ihtiyacına göre yeni pozisyonlar üretmek 

Yeni bir anayasayı hayat dayatıyor. Gerek Kürt meselesi başta olmak üzere yaşanan siyasi sorunlar, gerekse de değişen gündelik hayat ve toplumsal doku yeni bir zihniyet iklimini ve yeni kurumları, kuralları zorunlu kılıyor.

Bu nedenle ülke ilk kez Avrupa Birliği gibi dış baskı veya darbeler gibi olağanüstü koşulların dayatmasıyla değil kendi siyasi iradesiyle anayasa konuşuyor. Nitekim de partilerin her biri bu dayatmayı hissettiği için yeni anayasa vaadiyle 2011 seçimlerine girdiler.

Fakat yaşanan sürecin, Anayasa Uzlaşma Komisyonunda sağlanan ilerlemenin veya sağlanamayan mutabakatların verdiği görüntü umutsuzluk çoğaltıyor.

Siyasi aktörlerin tercih, tutum ve söylemlerine bakılınca yeni anayasaya dair medyada ve kanaat önderlerinde gözlenen umutsuzluk anlaşılabilir oluyor.

Hayatın gerekleri ile siyaset arasındaki bu açığı bozacak ya da paralelliği sağlayacak şey yine siyasi aktörlerin kendileri. Umulur ki partilerin her biri gerek toplumun ve hayatın taleplerini dikkate alarak, gerekse de sıkıştıkları kimlik siyasetleri ve pozisyonlarından kurtulmak için yeni bir durum değerlendirmesi yaparlar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.