Obama’nın Türkiye’ye geldiği Pazartesi günü ulusal gazetelerin neredeyse yarısının manşeti Obama’nın NATO zirvesindeki “Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne alın” sözüydü. Manşetin alt başlığında da Sarkozy’nin “hayır” cevabı vardı.
Anlamakta zorluk çektiğim şey, AB üyeliğimizin ABD Başkanı talebi, Fransa Cumhurbaşkanının reddi şekline dönüşmüş olması.
Nedir AB bizim için? Tabi bir de sorunun öncesi var: AB nedir? Neyi hedeflemektedir? Bu hedefler ve oluşum bizim için ne ifade etmektedir?
Türkiye’de AB algısı
Toplumun beşte üçü “AB’ye girmeliyiz” derken, beşte biri “girmemeliyiz”, diğer beşte biri de “girsek de olur girmesek de” demektedir. AB’ye girmeliyiz fikrinde olanlar günlük siyasi tartışmalara ve konjonktüre bağlı olarak bazen beşte ikiye kadar düşerken, girsek de olur girmesek de diyenler artmaktadır. AB’ye kesinlikle karşı olanlar ise beşte bir ile dörtte bir arasında değişmektedir.
Eğitim seviyesi yükseldikçe AB üyeliği yandaşları ve karşısındakilerin oranları artmakta, tercih berraklaşmaktadır. AKP ve DTP seçmenleri arasında AB yandaşlığı ülke ortalamasına göre biraz daha yüksek iken CHP seçmenlerinde ülke ortalamasının biraz altındadır. AB karşıtlığı en yüksek oranda MHP ve SP seçmenleri arasında görülmektedir.
AB toplumun yarısının gözünde ekonomik birlik, üçte birinin gözünde siyasi birlik olarak tanımlanmaktadır.
Gerçekte AB nedir? Kamuoyunda tartışmaların ağırlığı gündelik siyaset üzerinden ve AB-Türkiye siyasi ilişkileri üzerinden tartışılmaktadır. Hâlbuki AB meselesinin iki boyutu var kanımca. Biz ilişki siyaseti üzerinden yürüyen boyutu öne alarak tartışıyoruz genellikle. AB Kıbrıs meselesinde ne dedi, ne talep etti, yeni hangi koşulların yerine getirilmesini istedi vs. Bir de diğer boyutu var. AB bir ekonomik işbirliği ve ortak pazar hedefiyle başlamışsa da bugün bir medeniyet ve yaşam kalitesi projesinin standartlarının tartışıldığı, geliştirildiği bir platforma dönüşmüş durumda.
İstediğimiz hayat standardı ne?
Avrupa bunu başarır, başaramaz, biz üye oluruz, olmayız bunlar ayrı meseleler. Fakat AB bugün demir çelik ürünlerinden, hizmet kalitesine, siyasi düzenden demokrasiye kadar birçok standardın kurallarını koyar durumda. Biz nedense meselenin bu tarafını genellikle ıskalayarak, yalnızca bizimle olan ilişkilerin günlük detaylarına boğulup kalıyoruz.
O zaman temel soru şudur: Biz kendimize hangi standartlarda hayat (örneğin eğitim ve sağlık hizmeti), hangi standartlara demokrasiyi layık görüyor ve istiyoruz? Ülkemizdeki demokrasinin ve hayat kalitesinin yükseltilmesi gereken ölçüleri AB istediği için mi hedefleyeceğiz, yoksa kendimize layık gördüğümüz için mi?
Yoksa meseleyi Sarkozy üzerine indirgersek, bizim ülkemizde de benzerleri o kadar çok ki… Birbirlerini besleyerek çoğalıyor, kendi toplumlarına şoven nutuklar atarak iktidarlarını sürdürmek istiyorlar.
Biz geleceğimizi ülkemizdeki ve Avrupa’daki şovenist, ötekileştirici, dışlayıcı söylemlere ve politikacıların ellerine bırakamayız. Çünkü bu bir tuzak!
Çünkü buradaki ve oradaki şovenistlerin Türkiye’ye biçtiği hayat, Avrupa’nın taşrası olan bir hayat. Hep bir şeylerin yarım yamalak yapıldığı, hep iki arada bir derede kalmış bir ülke. Tuzağın dibindeki asıl numara ise, Avrupa’nın taşrası olmayı kabullenince bir kere, “Avrupa’da taşra olacağımıza Doğu’da ya da Orta Doğu’da merkez olalım” şeklinde yeni hedefe doğru vites büyütmek.
İlginç olan da şu ki, birbirleriyle siyasette gırtlak gırtlağa olanlar, Ergenekon’un dehlizlerinde karşı karşıya çarpışanlar, özünde bu hedefte belki bilerek belki bilmeyerek hem fikirler.