Avrupa Parlamentosu (AP) için bu hafta sonu seçimler yapıldı. Seçmenlerin yalnızca % 43’ünün katıldığı seçimlerin sonuçlarını medyamız “Avrupa’da muhafazakâr ve ırkçı partiler kazandı” şeklinde verdi.
Gerçekten dünyada, Avrupa’da ve ülkemizde sağ partiler yükseliyor, toplum muhafazakârlaşıyor ya da sol partiler ve ideoloji küçülüyor mu? Ben kamuoyundaki bu yaklaşıma katılamıyorum. Ne sol küçülüyor ne de toplum muhafazakârlaşıyor. Hatamız olan biteni sağ-sol ekseninden açıklamaya çalışınca ortaya çıkıyor. Sürekli yineliyorum ama yaşanan bu karmaşık, çok boyutlu, çok aktörlü, çok eksenli yeni hayatın ritmini ve siyaseti tanımlamak için yeni modellere ve yaklaşımlara ihtiyacımız var.
Öncelikle AP seçimlerinei katılım oranındaki dehşetli düşüklüğü anlamamız lazım. Bu düşük oran yalnızca seçmenin AP’ye ilgisizliği, AP’nin yetkilerinin kısıtlılığı ile açıklanamaz. Tıpkı bizde olduğu gibi seçmenin siyasetten giderek umudunu kesmekte olduğunu gösterir. Evet, bizde katılım oranı oldukça yüksek ama seçimden önceki anketimizdeki bulgulara göre seçmenin % 26’sı “bu sorunlar sürer gider, siyaset çözemez” derken % 23’ü de “yeni parti lazım, bu partiler çözemez” diyordu. Yani seçmenin yarısı 29 Mart seçimlerine giderken bile var olan siyasi yapıdan umutsuzdu. Durum Avrupalı seçmen için de farklı değil. Yaşanmakta olan küresel ekonomik krizin hala dibinin neresi olduğunun bile bilinemediği, Avrupa Birliğinin kendini tanımlayışında ve Avrupalı kimliğinin üzerinde bile bir mutabakatın oluşamadığı durumda seçmenin siyasetten beklentisizliğinin açık göstergesi bu gerçekleşen düşük katılım oranı.
Hem ekonomik hem de siyasi olarak dünya da AB’de yepyeni bir çağın başlangıcı olacak bu krizlerin sonrasının ve yeni modellerin ne olacağını belirleyememişken sandığa giden seçmenin de var olanı koruma kaygısıyla muhafazakârlığa yönelmesi doğal. Aynı ruh haliyle sorunlar ve korkular içinde “ötekileri suçlama” duygusuna teslim olmuş olanlarında radikal ırkçı partilere yönelmesi de doğal.
Fakat bunların yanı sıra solun durumu ayrı bir mesele. Son otuz yılın değişen gündelik hayatın ritmi içinde, Berlin duvarının yıkılışıyla simgeleşmiş ve somutlaşmış bildiğimiz siyasi eksenlerin ve tanımların sonuna geldik. Sol henüz kendisi için yeni dünyanın anlamlandırmasını ve önerilerini geliştiremedi. Bu dünyada da, Avrupa’da da, ülkemizde de böyle. Haksızlık etmeyelim, Avrupa’da bu konuda ne kadar büyük ve anlamlı arayışların olduğunu biliyoruz ama henüz ülkemizdeki arayışlar çok yeni. Kendisi için yeni dünyayı anlamlandırmakta yaşanan yavaşlık ve gecikme doğal olarak toplumlara karşı üretilen önerilere de yansıyamadı henüz. Sol şu anda Avrupa’da ve ülkemizde toplumsal muhalefeti arkasına alabilmiş, iktidara alternatif olma potansiyeline ulaşamadı.
Ama bunun böyle devam edeceğini sanmak büyük yanılgı olur. Eğer solu, daha sade olarak “olanları kader olarak kabul etmeyip yaşama müdahale çabası” ve “yaşamın içindeki her türlü eşitsizlikte mağdurdan yana olmak, erkeğe karşı kadından, insana karşı doğadan, büyüğe karşı çocuktan, tekelci sermayeye karşı KOBİ’lerden yana olmak” olarak tanımlarsak, yeni sol iddiayı ve felsefeyi daha doğal yollardan üretebiliriz.
Yaşanan ekonomik kriz sonrasının yeni ekonomik düzeni bazılarının sandığı gibi devletçiliğe geri dönüş olmayacaktır. Ya da bazılarının iddia ettiği gibi AB’nin içinde bulunduğu sıkıntılar AB’nin sonu olmayacaktır. Yeni bilgi ekonomisinin kurallarına, yeni Avrupa projesinin içeriğine dair iddialar ve öneriler, muhafazakâr partilerden değil, bizdekiler de dâhil yeni sol iddialardan gelecektir. Çünkü yeni bir ütopyayı kurgulama, iddiaya çevirme ve hayata geçirme hüneri kadercilikten değil yaşama müdahale iddiasından doğacaktır. Bu potansiyel de yalnızca vicdanında, kimliğinde, gündelik hayatında bunu hissedenlerde ve günümüzün mağdurlarında vardır.