12 Eylül darbesinden 2002 yılına gelene değin ülkedeki hükümetlerin ortalama ömrü bir yıl dört ay. Dünyada ve ülkede hayatın her boyutuyla değiştiği bir dönem siyasi iktidarlarca değil teknokratlarca, var olan devletçi ve merkeziyetçi sistem ve zihniyetle yönetilmiş.
Bizim oralarda “tarlayı gene bırakmak” denir. Tarla işlenmemişse, gübrelenmemişse, doğal hayat o tarlada kendiliğinden gelişmeye başlar. Tarlayı ot bürür. Yeniden işlemeye başlamak için önce temizlemek gerekir. 2002’ye kadar ülkede siyasi açıdan da “gene bırakılmıştı”. 2000 ve 2001’deki peş peşe iki büyük ekonomik kriz hayatın siyasete ve devlete dayatmasıydı bir bakıma. Ak Parti böyle bir dönemin ardından iktidara geldi.
Köşe yazarlarına ve yorumculara bakarsanız – ki ülkenin entelektüel beslenmesi bu kişilere bırakıldığına göre yanlış da olmaz – Ak Parti’li döneme dair iki hikaye var ortada. Birinci hikaye Ak Parti gerek ekonomik gerek siyasi açıdan devrim denilecek işler yaptı. Karşısında ise Ergenekoncular, eski statüko yanlıları, İslamafobikler, halktan kopuklar var ve şimdi bunların içinde uluslar arası güçler de var. İkinci hikayede ise Ak Parti dış güçlerin içerdeki irticacılarla kurdukları koalisyonla iktidara geldi, Cumhuriyet’ten rövanş alıyor, ülkeyi diktatörlüğe, şeriata götürüyor. Karşısında da ülkesini, Cumhuriyet’ini, Atatürk’ünü sevenler, yurtseverler var.
İki hikaye de yanlış. Ak Parti’nin çok başarılı olduğu alanlar var, çok da başarısız olduğu. Ak Parti siyaset eliyle yönetilmemiş bir ülkede, devlet hizmetlerinde iyileştirme ve yaygınlaştırmada çok başarılı oldu. Sosyal devletin yeniden inşasında önemli başarılar elde etti. İlk iki döneminde, tarlayı genden temizlerken, eğitim-sağlık-ulaştırma ve konutlaşmada “açığı kapamak” için önemli işler yaptı. Ama aynı alanlarda “yeniyi kurmaya” sıra geldiğinde takıldı. Örneğin ilk iki döneminde TOKİ yeni konut üretiminde ne kadar başarılı idiyse, bugün kentsel dönüşüm sürecinde o denli başarısız.
Benzer biçimde teknokratlara dayalı devleti ve yönetim sistemini, vesayetçi yapıyı geriletmekte önemli mesafeler aldı ama yeniyi nasıl kuracağımıza sıra geldiğinde takıldı.
Ak Parti örgüt olarak da bir koalisyon, seçmen tabanında da. Bir kitle partisi olmanın doğal gereği de bu.
Bu denli yüksek toplumsal desteği her seçimde tabanındaki farklı dürtülerle kazandı. 2002’de önceki beceriksiz siyasetin tasfiyesi amacıyla, 2007’de ekonomideki ve kamu hizmetlerindeki başarısıyla, 2011’de başarılarının üstüne yeni anayasa vaadiyle destek buldu.
Ama toplumun önüne “yeniyi nasıl kuracağı”, “yeni anayasanın hangi esaslara oturacağı” meselesinde yeni bir vizyon koyamadı. Bu vizyon ancak fikri yenilenmekle mümkün olabilirdi. Fakat lideri adına başkanlık ihtirasına kapılmak, seçmen tabanında koalisyon olduğunu unutup yalnızca bir siyasi damara yaslanmak, dışarıdan beslenmelere kapanıp yalnızca bir siyasi damara ve şakşakçılara teslim olmak, kendi dışındakileri dikkate almamak, eleştirilerden yararlanmak yerine eleştiri sahiplerini şakşakçıları eliyle darbeci ilan etmek, toplumsal desteğinin yalnızca dindarlıktan beslendiğini sanmak, gerek iç gerek dış gücünü ve kapasitesini abartmak gibi birçok zihni ve duygusal hatalarla Ak Parti yeniyi okumak konusunda zafiyet göstermeye başladı.
Yeniyi okumakta zorlandıkça da daha emin olduğu eski vizyonuna daha çok yaslanmaya başladı. Ya da giderek bir kimlik siyasetine sıkıştı. Siyasi kutuplaşmayı körüklerken bir yandan toplumsal desteğini hep yukarıda tuttu belki ama paradoksal biçimde de giderek kimlik siyasetine hapsoldu.
Ak Parti gelen üç seçim öncesinde vizyonunu yenilemek zorunda. Doğal olarak da bu gerilim parti örgütünde ve kadrolarda da tartışılıyor. Her ne kadar parti dışına az yansıyor olsa da bu tartışmaların parti içinde de yürütülüyor olması son derece doğal.
“Biz muhafazakar demokrasi dediğimiz zaman bazı köşe yazarlarının siyasi literatürde geçmişten bugüne böyle bir ifade yoktur, böyle bir tespit yoktur dediklerini bizler yaptığımız organizasyonlardan çok iyi biliriz. Yok Montesquieu böyle dememiş, yok Jean Jacques Rousseau böyle dememiş. Bizde Montesquieu’nun, ne de Jean Jacques Rousseau’nun ortaya çıkardığı bir parti değiliz, biz bu işin hafızasını da kendimiz oluşturduk.” [1]
Bu sözler parti içi toplantıda Recep Tayyip Erdoğan’a ait. Ama ister bu hafızayı oluşturma olarak bakalım istersek de yeni vizyonu aramak olarak, bazı gelişmeleri tam da bu zeminde görmek gerekiyor. Bülent Arınç’ın çıkışını yalnızca kişisel kırgınlıktan öte anlamlı yapan da bu tartışmalar aslında. Yoksa mesele ne Arınç’ın darbecilere geçmesi ne de Ak Parti’nin bölünüyor olması.
Daha geniş perspektiften bakınca son birkaç haftanın tartışmaları da aynı zeminin tartışmaları. Demokratikleşme paketinin ertesi günü Hüseyin Çelik’in dekolte çıkışı, öğrenci evleri tartışması ve benzeri tartışmalarda Recep Tayyip Erdoğan da partinin siyasal İslam geleneğinden gelen kanadı da gerçekte bir şey yapıyor: KONDA ekibinden Erman Bakırcı’nın kavramsallaştırmasıyla söylersek, “partinin yeni vizyonu çerçeveleniyor.” Partinin demokrasi anlayışının, toplum tahayyülünün sınırları belirleniyor. Partinin “dindar bir toplum tahayyülü” daha belirgin hale getiriliyor.
Bu durumda da bu tartışmaların gündelik ve parti temelli siyasetin şehvetinden ve sınırlarından çıkararak gerçekten daha uzun boylu yürütmek gerekiyor. Özellikle de Ak Parti’nin toplumsal desteğini yeniden anlamlandırması, seçmeninin beklenti ve taleplerinin de tüm bir ülkenin ihtiyaç ve taleplerinin bu çerçeveler içinde mi olduğunu yeniden düşünmesi gerekiyor.