Seçmen neye bakarak oy verdi bu seçimde?
Seçmen bu seçimde toplumsal barış ve huzura, değişime ve hizmetlere oy verdi bence. Seçmenin nasıl, neye göre oy verdiği çok tartışılır. Kocaman da bir yazın var bu konuda. Ekonomik duruma dair algı ve beklentiler ya da sağ-sol ekseninde siyasi konumlama ya da korkular-umutlar gibi bir çok tez var. Bu tezlerin çoğu doğrudur da. Ama şunu da ıskalamak lazım. Her bir seçimin kendine dair, o tarihin koşulları, kendi gündemi gibi konjektürel belirleyicileri vardır. Örneğin 2002 seçimlerinde seçmenin temel dürtüsü o günün var olan ve tıkanmış siyasi yapısını ve aktörlerini tasfiye etti ve yeni bir siyasi denge kurdu seçmen. 2007 Seçimlerinde temek belirleyici 2002-07 arası ekonomik başarı, ekonomiye dair algı ve beklentilerdi. Bu seçimlerde ise temel belirleyici toplumsal barış ve huzur ile değişimin hukukunun üretilmesiydi.
Seçmenin bu sade kelimelerle ifade ettiği şey ya da ima ettiği şey yeni anayasa, devletin yeniden yapılanması ve bunun için gerekli olan yeni anayasanın yapılması. Bunun da ardında yatan yeni bir toplumsal mutabakat.
Ayrıca şunu da unutmamak lazım. “Seçmen” ya da sizin için “okur” diye tanımladıklarımız özünde insan. İnsanlar her gün binlerce minik karar alırlar. O kararların ardında bir zihni mekanizma var. O zihni mekanizmayı belirleyen şey tek bir kelime ya da cümleyle açıklanamaz. Seçmen de her bir insan gibi zihin, gönül, beden ve içinde yaşadığı çevre koşulları bileşkesinde değerleri, bilgileri, algıları, beklentileri, umutları, korkuları, kaygılarının tümünün etkili olduğu bir zihinsel süreç sonunda karar veriyor. Yani tek bir vaade bakarak tüm bunları yok sayıp uzay boşluğunda o vaadi değerlendirerek oy vermiyor.
Tüm bunları dikkate aldığımızda bu seçimde seçmenin temel tercihlerini belirleyen şey yine gelecek beklentileri oldu ve o da toplumsal barış ve huzurdu. Bu noktaya kim ulaştırır beni diye baktığında da en azından yüzde ellisi, son dokuz yılın hizmetlerine bakarak yaptıklarından memnun olduğu dolayısıyla güven hissettiği kadroya ve ideolojiye oy verdi.
Ak Parti seçmenini nasıl tasnif edeceğiz? Nedir temel özellikleri?
Bu soru bence şu anda ülke siyasetinin en önemli sorusu. Medyada, aydınlarda ve ekranlardaki tartışmalarda genellikle CHP üzerinden, modernler ve hatta endişeli modernler üzerinden bir tartışma yürütülüyor. Fakat kimse gerçekte kimdir Ak Parti seçmeni sorusuna cevap aramıyor. Genel kabul, eğitimsiz, geliri düşük oldukları varsayılıyor. Halbuki özellikle bu seçimden sonra temel soru “kimdir Ak Parti’ye oy veren 21 milyon” sorusudur. Bu kitle yalnızca Ak Parti veya Tayyip bey üzerinden de açıklanamaz bana göre, açıklanmamalıdır.
Bizim araştırmalarımıza göre Ak Parti seçmeninin cinsiyet, yaş, eğitim, gelir, yaşanılan yer, yaşanılan ev, inanç grubu, etnik grubu, kültürel aidiyetleri gibi temel demografik özelliklere göre kümelendiğinde ve incelendiğinde görülen temel karakteristik bu özellikler açısından ülke ortalamalarına paralel dağılım gösterdiği görülür. Yani demem odur ki ülkede ne kadar kırda veya kentte yaşayan varsa Ak Parti seçmeni arasında da o kadar var aşağı yukarı. Ya da örneğin üniversite mezunları tüm ülkede yüzde 11 Ak Parti seçmeni içinde yüzde 9. Örneğin Kürt seçmen tüm ülkede yüzde 15, Ak Parti seçmenin arasında da yüzde 15. Olan farklar da çok büyük değildir. Bu temel karakteristiğine bakıldığında Ak Parti tam bir kitle partisidir.
Bu tür anormallik CHP ve MHP seçmeninde görülmektedir. Yani gariplik Ak Parti seçmeninin kompozisyonunda değil diğerlerinin seçmen kompozisyonundadır. Örneğin ülkede yüzde 11 olan üniversite eğitimliler CHP seçmeninde yüzde 20’dir. Ülkede yüzde 5 olan en yüksek gelir grubu CHP seçmeni içinde yüzde 10’dur. Soruya dönersek Ak Parti seçmeni bir bakıma Türkiye’dir.
Ak parti seçmen kitlesinin, siyaset, demokrasi anlayışı nedir? Geçmişe göre değişim yaşamış mıdır?
Bizim geliştirdiğimiz KONDA Seçmen Davranış Modeline göre tanımlamaya çalışayım. Elbette bu model tek ve en doğru model değil ama yine de kendi içinde bir açıklama gücüne sahip. Bu modele göre beş tür davranış türü var. “Taraftar seçmen” dediğimiz bir grup var kabaca toplam seçmen içinde yüzde yirmi oranında, partisiyle duygusal bir ilişkisi olan, akli veya fikri tercihten daha çok duygusal ve değerlerden kaynaklanan bir ilişki biçimi. İkinci grup “ideolojik seçmen”, yüzde 35 oranında, partisiyle şu veya bu oranda fikri ve ideolojik bağ arayan seçmen. Üçüncü grup “lider takipçisi” seçmen dediğimiz, yüzde 25 oranında, lidere bakarak daha çok partisiyle ilişki geliştiren. Dördüncü grup “partisiz seçmen”, bilinçli, siyasetle ilgili fakat bu partilerden hiçbiri tam manasıyla beni temsil etmiyor ama..” diyen seçmen ve seçimde yine de kendine yakın hissettiği, düşündüğü bir partiye oy veriyor ki bunlar yüzde 10 oranında. Son grup ise bizim “son dakikacı seçmen” dediğimiz, siyasetle ilgisiz, haberleri takip etmeyen, son günlerin kampanyasına, adaylara, propagandaya bakıp karar veriyor, bunlar da yüzde 10 oranında.
Bu modelden bakınca Ak Parti seçmenini yarısı bu seçimde “lider takipçiliği” yaptı, yani partisinden daha çok Tayyip beye oy verdi. Yüzde 10 gibi “taraftar seçme”, yüzde 20 gibi “ideolojik seçmen” profili çizdiler. Ama bu görünüm biraz da Tayyip beyle ilgili ve temel karakteristiği bastıran bir renk taşıyor.
Ak Parti seçmeninin siyaset ve demokrasi anlayışı sorusu “değişim yaşamış mıdır” sorusuyla beraber düşünülmelidir. Şunu demek istiyorum. Araştırmalara göre Ak Parti seçmeni BDP seçmeninden sonra en yüksek oranda “askerin gerektiğinde yönetime el koyabilmesi” fikrine, “gerektiğinde siyasi partiler kapatılabilir” fikrine karşı çıkan, en yüksek oranda demokrasi talep eden görünüm çizmektedir. Fakat bu karakterin dikkate alınması gereken iki dinamiği var. Hem BDP hem de Ak Parti seçmenlerinin bu iki konuda itirazları aynı zamanda ikisinin de partilerinin sürekli kapatılma tehdidi altında olmasından, ikisinin de solcularla beraber uzun süredir devletin muhalifi ve hatta düşmanı olarak tanımlanmalarına bir itirazdır da aynı zamanda.
Öte yandan da farklı kimliğe hoşgörü gibi kadın meselesi özellikle kadının gündelik hayattaki rolü gibi konularda da hoşgörü eksikliği içinde oldukları ve hatta tutucu oldukları da söylenebilir.
Dolayısıyla bu anlayıştaki insanlar kendi özel hayatlarında daha muhafazakar fakat ülke hayatı konusunda ise daha açık fikirli oldukları gibi sanayi toplumu sosyolojisinin tanım ve modelleri içinde paradoksal görünen bir tutum demeti gösterdikleri söylenebilir. O zaman soru şudur: Bu geçici, bugünkü siyasi tartışma gündemi ve partilerinin pozisyonu nedeniyle mi böyledir yoksa yeni bir sosyolojik değişim, tanım ve model mi söz konusudur? Değişen hayatın ritmi içinde kendi özel hayatlarında ve alanlarında muhafazakar değerleri olan insanlar sokakta ötekilerle karşılaşma halinde nasıl ve nereye kadar demokrat, hoşgörülü değerlerle davranacaklar? Bu ve benzer soruları daha çok araştırmalı, tartışmalıyız. En başta söylemeye çalıştığım Ak Parti seçmenini anlamak meselesini de bu tartışmalar ve okumalar için önemsiyorum.
Benzer bir mesele bu taban ile partisi ve lideri arasındaki ilişki de yaşanmaktadır. Aynı insanlar örneğin şu an itibariyle en yüksek oranda Avrupa Birliği yandaşı bir profil göstermektedirler. Benzer gözlemi hükümetin son iki yıldaki demokratik açılım sürecinde de gözledik. Bu iki konuda da taban, partisinin ve liderinin başarılı bir algı yönetimi ve dönüştürmesi süreciyle ülkedeki diğer kümelere kıyasla daha dışa açık bir siyasi pozisyona oturmuştur. Bir şekliyle bu ülke için de müthiş bir kazanımdır. Elbette bu ve benzer meseleler bizim için kıymetli birer laboratuar ortamı ve vaka analizi fırsatı sunmaktadır. Çünkü Ak Parti’yi ve tabanını anlama çabası aynı zamanda ülkedeki değişimin dinamiklerini de doğru tanımlama fırsatı sunacaktır bizlere. Hem yeni bilim adına hem de yeni siyaset adına.
Ak parti seçmen kitlesinin gerisinde kaldığı zamanlar oldu mu?
Elbette oldu. Yukarıda değindiğimiz demokratik açılım sürecinin sonlarında ya da seçim sürecinde partinin tabanının gerisinde kaldığını söylemek mümkündür. Çünkü parti seçim sürecinde kendini şoven duygulara teslim etmiştir. Bizim araştırmalarımıza göre Türkiye’de var olan şoven, milliyetçi damar hemen tüm partilerde ve demografik farklılıklara göre kümelenmelerde benzer karakter göstermektedir. Yani Ak Parti seçmeni ya da CHP seçmeni arasında milliyetçilik açısından çok da büyük farklılık yoktur. Elbette ton farkı vardır ama özünde benzerdir. Bu durumun ima ettiği şey bizde milliyetçilik, biz de ezberlerden oluşmaktadır. Biz de milliyetçilik devletin ideolojisidir, eğitim sistemiyle, hukuk sistemiyle ve genel devlet zihniyetiyle kuşaktan kuşağa da aktarılmaktadır.
Örneğin Eylül’deki anayasa değişikliği referandumu öncesi “devlet Kürt meselesini çözebilmek için Apo ile müzakere etsin mi” diye sorsak herhalde yüzde 90 hayır cevabına ulaşırdık. Ama referandum kampanyaları sırasında ne oldu, devletin bu görüşmeleri yaptığını öğrendik. Peki ne oldu, protesto, nümayiş, bağırış, çığırış, hiçbir şey görmedik. Üstelik referandum da yüzde 58 evet çıktı. Bu aynı zamanda demokratik açılıma ve değişime de evet demek idi. Ak Parti bu süreci eksik ve yarım bırakarak seçmeninin gerisinde kalmış oldu Demek ki bazı şeyler ezberlerden kaynaklanıyor. Demek ki siyaset zaman zaman tabanının algı ve beklentilerini doğru anlama, okuma, yönetme ve dönüştürme meselesiymiş.
Siz Türkiye’yi yıllardır izliyorsunuz. Toplumda nasıl bir değişim yaşanıyor?
Bu değişimi anlamak için yalnızca son beş yıl, on yıl değil son otuz yıl dikkate alınmalıdır. Çünkü hem ekonomik anlamda dışarıya alçıma hem de dünyadaki değişimler beraberce son otuz yıldır etkindir. Türkiye insanı da bu değişimi sonuna kadar yaşamaktadır. Bazı rakamları hatırlayarak konuşalım, şu andaki 50 milyon seçmenin neredeyse 22 milyonu bu süre içinde iç göç yaşamıştır. Köylerde otuz yıl önce yüzde 50 olan nüfus bugün yüzde 23’tür. Otuz yıl önce bu ülkede bilgisayar sayısı yalnızca 300’dür. Bugün milyonlarca evde bilgisayar ve internet bağlantısı vardır. Ne kamyon sayısı, ne otobüs sayısı, ne elektrik üretimi, ne otomobil üretimi, ne yurtdışına gidebilen yurttaş sayısı ne gelen turist sayısı bugünküyle kıyaslanamaz. Son bir rakam otuz yıl önce bir milyonunu altında telefon abonesi varken bugün 20 milyondan fazla sabit hat, 60 milyondan fazla mobil hat abonesi vardır.
Tüm bu üretim, iletişim, bilişim, teknolojik değişikliklerin zihniyet haritalarımızda, düşünme sistematiğimizde yarattığı değişimleri de tetiklediği gözden kaçırılamaz. Bu yeni hayatın ritmi daha hızlı, kimyası ve ruhu eski bildik geleneksel hayattan farklı.
Tüm bu değişim yalnızca haberleşmeyi değil bilgiyi ve bilmeyi, haberi ve haberciliği, iş yapma usullerini de siyaset yapma usullerini de değiştirdi. Öğrenme süreçlerimiz okul ve aile ile sınırlı iken bugün artık onlardan da bağımsız çalışıyor. Her birimiz artık ne kaçırdığımızı, neden kaçırdığımızı, kaçırdıklarımızın nerede olduğunu ve onlara nasıl ulaşabileceğimizi biliyoruz.
Kentleşme, eğitim, sosyal güvenlik gibi yüzlerce sorun alanı, bu değişime ayak uyduramadığı için sıkıntılarımız çıktı. Hayatın ritmi ve kuralları değişirken, sistem ve hukuku bu değişimin arkasında kaldı. Sokaklarda yeni bir hayat, yeni ilişkiler, örgütlenmeler, dayanışma ve savunma yolları gelişirken bu değişime karşı duran devlet de egemenler de zihniyetler de kaybetmeye mahkum.
Dolayısıyla hala bu ülkede hanesine giren gelirin sıfır olduğu insanlara, yeşil kartı bile olamayan yoksullara, bir milyonu Türkçe bile bilmediği için değil mahkemede ifade doktora derdini bile anlatamayacak insanlara, ülkenin ve devletin ulvi yaraları için var olan koşulların aynen sürmesine razı olmalarını söyleyemez. Ya da onların yalnızca özgürce ibadetlerini yapabilmeleri adına ya da her gün Atatürk resmini öperek uyuyabilmeleri adına değişime karşı olduklarını düşünemeyiz.
Var olan koşulların, devletin hükmetme tarzının, eski egemenlerin güç ve iktidar paylaşımının değişmesini istiyorlar. Önlerindeki partilerden de bu değişimin projesini bekliyorlar. Bir ütopya arıyorlar.
Siyasette oluşan bu tablo toplumdaki değişimden mi kaynaklanıyor?
Siyasi sorun Ak Parti’nin bu alanda tek ve yalnız olması. Bu yaşanan değişimin hukukunu üretirken, değişimi siyaset marifetiyle yönetmeye çalışırken Ak Parti’nin de ideolojik ve siyasi kısıtlar var bir yandan. Ama asıl önemlisi siyaseti farklı taleplerin müzakere ettiği, birbirini ikna etmeye çalıştığı ve uzlaşma üretilen alan olarak tanımlarsak, seçimler öncesi Ak Parti dışındaki partiler anti-siyaset bir çizgideydiler. Tartışmaktan daha çok “yaptırmayız” dili egemendi. Dolayısıyla siyaset “değişimi nasıl yöneteceğiz” üzerine değil “değişim var mı yok mu” üzerine yapılıyordu. Şimdi CHP’nin nasıl sorusuna cevap aramaya başlaması, öneriler, raporlar geliştirerek siyaset masasına dönmesi önemlidir bana göre.
Benzer şekilde BDP’nin Kürt siyasetinin farklı renklerini de içine alarak oluşturduğu blok ve 36 bağımsız milletvekilliği kazanması da siyaset için bir fırsattır.
Çünkü seçmen 12 Haziran’da müthiş bir siyasi denge oluşturdu. Bu dengenin her bir partiye dayattığı zorunluluk diğerinin varlığını, oy oranını ve milletvekili sayısını dikkate almalıdır. Bu da yeni bir siyaset dili üretmek ve uzlaşma aramak demektir. Dolayısıyla Meclis2te elbette Ak Parti’nin öncülüğü ve süreci yönetiminde ama uzlaşma arayarak yeni bir anayasa yapama fırsatımız olacaktır. Bu yeni anayasa da değişimin hukukunu üretmek açısından da yeni toplumsal mutabakatı üretmek açısından da önemlidir.
Ak parti bu dönemde neler yapar? Neler yapmalı?
İşte Ak Parti’nin siyaset tarzı ve öncelikleri bu süreçte çok önemlidir. Eğer Ak Parti “çoğunlukçu” bir anlayışa değil “çoğulcu” bir anlayışla uzlaşma ararsa ülke rahatlar, toplumsal kutuplaşma çözülebilir. Kaldı ki Ak Parti şunu anlamlıdır. Bazı aktörlere rağmen Anayasa yapabilirsiniz, yeri geldiğinde yapmalısınız da. Eski egemenler, askerler, büyük sermaye doğası gereği karşı olacaktır, onlara rağmen değişim sürmektedir. Fakat kritik nokta toplumun bir kesimine rağmen yeni anayasa yapamayız. CHP’nin oyu olan 11 milyon insanın tümünü Ergenekoncu, değişime muhalif saymak Ak Parti’yi yanılgıya düşürür. Meselemiz değişimin yanında veya karşısında olan aktörler meselesi değil değişime karşı veya yanında olan zihniyetler meselesidir. Dolayısıyla her bir aktörün ya da partini içinde değimin yanında veya karşısında zihniyetler vardır. Bu nedenle Ak Parti’nin de yeni toplumsal uzlaşmayı ve anayasayı hedefleyen sivil siyasi hareketlerinde hedefi değişimden yana zihniyetlerin her bir aktörün içindekileri bir araya getirmeye çalışarak en geniş değişim ve demokratikleşme koalisyonunu oluşturmaktır. Bu noktada da Ak Parti’nin rolü, tutturacağı siyaset tarzı ve siyasi dilin rengi, tonu hayati önemde olacaktır.
Bu bölümde CHP ve MHP arasında oluşan geçişkenliği analiz edelim. Seçim sonuçlarına bakınca CHP’den MHP’ye yüzde 1-2 oranında oy kaydığını görüyoruz sanki. Bu doğruysa neden?
Parti tabanları arasındaki oy geçişgenliği olması doğal. Bizdeki son yıllarda gözlenen geçişgenlik CHP’den MHP’ye, MHP’den Ak Parti’ye doğru çalışıyor. Bu kayışların hem siyasi hem de sosyolojik ve ideolojik nedenleri var. Fakat sözünü ettiğiniz kayma ise sosyolojik değil siyasi. Siyaseten son yıllarda Ak Parti yandaşlığı ve karşıtlığı üzerinde bir siyasi kutuplaşma oluştu. Bu türden kutuplaşma kabaca seçmenin yarısından fazlasını kapsıyor. Bu kutuplaşmanın Ak Parti karşıtlığı üzerine oturan kutbunda CHP ve MHP beraberce yer alıyor. Dolayısıyla tabanlarında bazı kaymalar, aday listeleri, yerel örgütlerin etkileri türü arızi nedenlerle olabilir. İdeolojileri benzer olduğu için değil.
Fakat bu hareketliliğin ve kaymaların bir de sosyolojik ve ideolojik nedenle olanları var ki o kayma daha kalıcı ve yapısal. Hem CHP ehm de MHP ideolojik olarak yenilenme zorunluluğuyla karşı karşıya. Her ikisinin de devletin ve toplumun demokratikleşmesine karşı olmalarının ideolojik bie nedeni yok. Aksine ne sosyal demokrasinin ne de milliyetçiliğin demokratikleşmeye neden karşı olduğunun açıklaması da yok. Her iki partide bu ideolojik yenilmeme meselesini kendi örgütleri içinde sert ve kısa sürede yaşayacak görünüyorlar. Nitekim hemen CHP içindeki başlayan tartışmanın kökeninde bir bakıma bu da var. Sosyolojik olarak ise değişen ülkenin seçmeninde karakteristik değişiklikler var. Eğer partiler bu değişikliğe ayak uyduramaz ise tabanında kayma olacaktır. Örneğin MHP esas olarak geleneksel muhafazakarlığa otururken, tabanda kentleşme ve göçle beraber gelenekler çözülüyor. Bu çözülme bir yandan muhafazakarlığın karakterini değiştiriyor bir bakıma bu seçmen kitlesinin değerlerini değiştiriyor. Bunun sonucu iki parti de ya değişecek ya da giderek küçülecekler.
CHP Dönüşüyor mu? Eğer böyle bir durum varsa dönüşüm nasıl başarılı olur?
Hem evet hem hayır. Bir yandan hayat dayattığı için CHP değişim sancısı çekiyor. Son bir yıldır yaşananlar yalnızca bir kaset veya lider değişikliğinden ibaret değil. CHP’nin meselesi “kendi değişimini nasıl yöneteceği” ve “bu değişimin ülkenin hangi yöne doğru ve nasıl değişimini hedefleyeceği” meselesidir.
CHP hem ideolojik, hem sosyolojik, hem siyasi hem de örgütsel sıkışma içindeydi ve kitle partisi olma özelliğini kaybetmişti uzun zamandır. Parti dışındaki dünya, bilgi ve insanlarla her türlü iletişim ve etkileşimini kesmiş, dünyayı ve ülkeyi okumaktan vazgeçmiş, küçük siyasi alanlarda iktidar kavgalarına ve Ak Parti karşıtlığına sıkıştırmıştı kendini, bilerek, isteyerek. Bu pozisyon giderek devletin ve statükonun yanında olmayı zorunlu kıldı, bu pozisyona aşık olan ve o dilin şehvetine kapılan eski yönetim de giderek daha da statükodan yana, değişime karşı bir pozisyon üretmişti.
Şimdi yeni yönetim var. Yeni yönetim parti içi bir ideolojik mücadeleden gelmediği için de bir koalisyon imajı veriyor. Bu yönetimin içinde değişelim diyenler, değişmeyelim diyenler, değişirmiş gibi yaparak günü kurtaralı diyenler bir de eski iktidarlarını isteyenler gibi dört grup var.
CHP bir yandan siyaset alanına dönme çabaları gösteriyor, bir yandan birçok yeni söylem üreterek bir bakıma partinin ideolojisi yenileniyor ama öte yandan da aday listelerindeki bazı isimler merkez sağa hitap edeceğiz diye listelere alınan ve hayatı boyunca CHP’yi düşman belleyen siyasetlerden gelenlerle de tüm bu yaptıklarını nötralize ediyor.
Hemen seçimin ardında başlayan kavga henüz partinin gerçek ihtiyacı olan ideolojik tartışmadan kaynaklanmıyor, eski iktidar sahipleriyle yenilerin tümü arasında. O nedenle bugünkü tartışmadan bir sonuç çıkmaz. Ama CHP asıl ihtiyacı olan ideolojik yenilenme kavgasına tutuşacak ve o kavga daha uzun ve sert sürecek.
CHP’nin yapması gereken etrafını, kendi kamuoyunun, ülkenin eski egemenlerinin müdahaleleriyle kadro değişikliği kavgaları değil gerçek değişim sürecidir. Bunu da yapıp yapamadıklarını zaman gösterecek.
Hatip Dicle’nin vekilliği düşürüldü, mahkemeler Mustafa Balbay’ın, Mehmet Haberal’ın, Engin Alan’ın meclise gidişlerine izin vermedi. BDP Meclisi boykot kararı aldı. Yine olaylar çıktı. Bu röportajın yayınlandığı güne kadar da bu sıcak gelişmeler sürecek ve siyaset giderek ısınacak görünüyor. Nasıl bir değişim var Kürt siyasetinde?
Genel olarak bakıldığında Kürt meselesi de ve ona bağlı olarak Kürt siyaseti de mekan değiştiriyor. Bu mekansal değişimin olumlu olan dinamiği de var olumsuz olan da. Birincisi bizim araştırmamızın da gösterdiği şey, Kürt meselesi son yıllarda katman değiştirdi. Devlet ile birey arasında olan problem çözülmeden taşındıkça son otuz yıldır, giderek toplumun iç meselesi haline de geldi. Yani artık hem devlet-birey ilişkisinde yani yasalarla ve anayasayla çözülmesi gereken boyutu var. Ama öte yandan da toplumun iç meselesi haline geldi ki bunu çözümü daha uzun ve zor. Yeni bir toplumsal mutabakat üretmemiz lazım ve bunun tek bir yolu da siyaset ve süreç yönetimi.
İkincisi ise Kürt meselesi iki farklı boyutta mekansal değişim geçiriyor. Birinci değişim artık dağlardan, sokaklardan Meclise taşındı bu mesele. BDP bu denli güçlü, farklı siyasetlerden gelmiş meclis grubuyla eskisinden daha etkin rol oynayacak. Üstelik yalnızca Kürt meselesinde değil. Ülkenin örneğin enerji meselesinde de bu kadar büyük bir grubun siyasi tercihleri önemli ve etkin olacak. Bu olumlu tarafı. Fakat mekansal değişimin ikinci boyutu oldukça tehlikeli sonuçları olacak bir değişim. Kürt meselesi artık dağlardan kentlerin sokaklarına kaymıştır. Önümüzdeki dönemde bu soruna kalıcı çözümler üretemez isek daha riskli bir dönem başlayacaktır.
Bütün bu tablo içinde hem Ak Parti’nin hem de BDP’nin izleyeceği siyaset tarzı çok önemlidir. Bugünkü Hatip Dicle kararı nedeniyle “meclisi boykot” kararının ardındaki hayal kırıklığını, öfkeyi ve tepkiyi anlıyorum, hak da veriyorum. Ama BDP Salı gününe kadar daha soğukkanlı düşünecek, bu karara tepkisini önümüzdeki üç günde sokaklarda da en sert biçimde göstermiş olacak fakat asıl çözümün meclisten çıkacağını bilerek de boykot kararından geri dönecektir. Ya da ben en azından öyle ummak istiyorum.
Daha kesin yol ise Meclis’in toplanıp, çalışmaya başlar başlamaz yalnızca Hatip Dicle için değil Balbay, Haberal ve diğerleri için de yasal düzenlemeleri hemen yapması ve arada kaybedilen bir ayı bir kenara bırakıp, yeni anayasayı konuşmaya başlamaktır.
Her şeyden önce de tüm partilerin, siyasetçilerin ve özellikle de medyanın yeni bir dil üretmesi gerekiyor. Mesele üzerindeki tartışmalar, özellikle yaşanmakta olan kutuplaşmanın da ürettiği bir şiddet dili üzerinden yürütülmektedir. Karşıdakine, fikre, kutsal olana en küçük bir saygı ifadesi taşımayan bir dil tartışmalara egemendir.
Çözüm için nasıl bir dil değişikliği gerekiyor?
Araştırmamızın sonunda önerdiğimiz yeni yaklaşımlar üzerinden aynen söyleyeyim. Her bir kavram Türkler ve Kürtler için ve hatta her bir parti yandaşı için farklı anlamlara gelmektedir. Örneğin açılım kelimesi Kürtler için başka Türkler için başka, Ak Parti’li seçmen için başka MHP’li seçmen için başka anlamlara gelmektedir. Ya da “af” kelimesi, “Habur yol kazası” olarak adlandırılan olay, “terör”, “terörist başı” gibi örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Kürt meselesinin bu kez çözmek ve toplumsal barışı ve huzuru tesisi etmeyi amaçlıyorsak bu kez yeni bir dil üreterek tartışmaya başlamalıyız. Yeni dil aynı zamanda, ortak güven ortamının başlangıcında olmazsa olmaz koşuldur.
Kürt meselesinin çözümünde toplumsal uzlaşma kaçınılmazdır. Bunu sağlayacak araç ise siyasi uzlaşmanın üretilebilmesidir. Siyasi zeminde tartışma, ikna ve uzlaşma sürecinin sağlıklı çalışması gerekmektedir. Bu sürecin başlangıç noktası ise genel olarak da Kürt yurttaşlar özelinde de “bu kez çözebileceğiz” dedirtecek bir güven ortamı kaçınılmazdır. Yeni bir dil ve üslup, bu güven ortamının tetikleyicisi ve kaldıracı olacaktır.
Yeni dil, toplumsal uzlaşmayı gerekli görmeli, karşı tarafa dayatmalar veya ön bedeller, ön mahkûmiyetler üretmemelidir. Yeni dil, terör ve şiddet dili olmamalıdır. Dilin muhatabı ya da meselenin öznesinin yalnızca Kürt yurttaşlar değil bütün Türkiye olduğu unutulmamalıdır. Türk veya Kürt, hepimizin duyarlılıklarına, değerlerine ve evrensel insan haklarına saygılı olmalıdır. Her türlü şovenizmden kurtulmuş olmalıdır. Düne takılıp kalmış değil, yarın sabahı hedefleyen bir dil olmalıdır. Yaşananların ve acıların doğruları görmemize ve tartışmamıza engel olacak ruhi bağlardan ve bagajlardan arınmış olmalıdır. Ancak bu tartışma ortamı yaratılarak sorunun çözümünün birinci ve olmazsa olmaz koşulu olan Kürt yurttaşlarımızın güven duyması sağlanabilir.