2015’te Kürt sorunu küresel hale gelecek

27 Ekim 2012 Cumartesi –

Akşam | RÖPORTAJ

Türkiye’nin önündeki 3 seçim gelecek 50 yılın dinamiklerini belirleyecek. KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır’a göre ‘Kürt meselesi 2015’e kadar çözülmemişse sadece bizim sorunumuz olmaktan çıkacak ve küresel hale gelecek. Bu mesele başka gelişmelerin önünde problemler üreteceği için dünya çözümsüzlüğe katlanamaz. 2016 dünyasının dengeleri neyi gerektiriyorsa o dayatılır’

Şenay Yıldız

Kapsamlı toplumsal araştırmalarıyla tanınan KONDA’nın Genel Müdürü Bekir Ağırdır, toplumun nabzını ve dönüşümünü çok iyi fotoğraflayan bir entelektüel. Türkiye’nin önündeki siyasi ve toplumsal süreçle ilgili olarak Ağırdır’ın AKŞAM’a yaptığı değerlendirmeler şöyle:

– Önümüzde 3 önemli seçim var. Sizce nasıl bir siyasi tablo olacak?
Bunu konuşurken AK Parti’nin veya CHP’nin ne kadar oy alacağı merakı üzerinden bir heyecanı doğru bulmuyorum. Çünkü önümüzdeki 3 yıl aynı zamanda Türkiye’nin önündeki 50 yılın dinamiklerini belirleyecek potansiyeli taşıyor. Önümüzdeki 3 seçimin sonuçlarına bağlı olarak yerel ve merkezi devlet bürokrasisinde, hem siyasi seçilmişlerde hem de onlara bağlı olarak da yerel ve merkezi yönetimlerde çok önemli değişiklikler olacak. Dolayısıyla 2015 genel seçimlerinden 3 ya da 6 ay sonra baktığımızda bugüne göre yönetim, karar, imza sahibi insanların neredeyse 5’te 3’ü ya da 4’te 3’ü değişmiş olacak. Dolayısıyla o kadroların hangi fikriyatta ve hangi misyonda oldukları çok önemli. Çünkü 2015’e Kürt meselesini çözmeden vardıysak önceleri devletle birey arasındaki problem olarak başlamış, bugün artık katman değiştirip toplumun problemi olan bu sorun, 3 yıl sonra kesin olarak küresel hale gelecek ve sadece bizim sorunumuz olmaktan çıkacak.

– Neden?
Arap Baharı’nın ardından artık başka bir dünya kuruluyor, siyasi güç dengeleri değişiyor. Biz buna hala eski yönetim yapımız ve tekçi-merkezci-devletçi zihniyetle devam ediyorsak oyunun dışında kalabiliriz. Fakat Türkiye; ekonomisi, nüfusu, coğrafyası ve dünyayla entegrasyonu nedeniyle öyle ‘Kendi halinde kalsın’ denilebilecek bir yerde değil. Türkiye’deki meselenin çözülmeden devam ediyor olması dünyadaki başka gelişmelerin önünde problemler üreten bir hale geleceği için dünya bu meseleye katlanamaz.

YA AB YA DA BİZ
– Kendimiz çözmediysek, o tarihlerde bize bu meseleyi çözdürecekler yani?
Evet, eğer biz bu meseleyi çözemezsek 2016 dünyasının dengeleri neyi gerektiriyorsa o dayatılır. Birincisi, Kürt meselesini çözmeden böyle devam edemeyiz. İkincisi, AB ile böyle bir ayağımız içeride bir ayağımız dışarıda sürdürülemez artık. Ya AB ya biz, önümüzdeki 2-3 yıl içinde ya devam ya da ‘Tamam, müzakereler bitsin artık’ diyeceğiz. Nitekim son İlerleme Raporu etrafındaki tartışmalara bakarsanız, giderek o karar noktasına doğru yaklaşıyoruz. Ayrıca, AB bu ekonomik ve siyasi krizini bir biçimde aşacak ve nereye doğru evrileceğini kendi içinde tartışıp, bir karar verecek. Kürt sorunu, AB ve Kıbrıs’ın çözümsüzlüğü ülkede şovenliğin köpürmesine yol açıyor. O şoven köpürme Türkiye’nin önündeki 50 yılını belirleyecek bazı dinamikleri harekete geçirebilir.

– Ne kastettiğinizi açar mısınız?
‘Tümüyle kapanalım, içimize dönelim’ gibi başka bir sürü başka şey doğabilir. Artık darbeler bitmiş olabilir ama bayağı darbeci zihniyet taşıyan bir faşist parti aradan çıkmış olabilir… Tabii önümüzdeki 3 yıldan sonraki 50 yılı belirleyecek önemli bir başağrısı da bu yeni anayasa meselesi. Dolayısıyla bu ikircikli hal de sürdürülebilir değil. AK Parti süreci doğru yönetti ve ekonomik olarak gerçekten önemli başarı sağlandı. Yani sağ ayağımızı bir adım ileriye attık ama yürümeye devam etmek için sol ayağınızı da ileriye atacaksınız. Yani siyasal ve hukuki yapıyı o değişime uyduracaksın. Ama o, değişen dünyaya siyasi yapısını uydurmamakta direndiği için sonuçta bu politik kriz var.

– Neden ayak uyduramadı AK Parti?
Osmanlı’nın son dönemindeki Batılılaşma macerasıyla beraber son yüzyıla baktığımızda Türkiye’nin 2 ana meselesi var; biri kalkınma, diğeri toplumsal dönüşüm. Türkiye’de hep sağ partiler kalkınma bacağına sahip, toplumsal dönüşüm tarafına da sol olduğunu iddia eden partiler. Ama 45’lerden sonra bütün dünya her ikisinde de zihniyet değişiklikleri yapmış. Sürdürülebilir kalkınma diye başka bir kavrama dönmüş; kalkınmanın da niteliğine, kalitesine bakmaya başlamış. Bu tarafa baktığımızda ise toplumsal dönüşümün yanına demokratikleşme gibi bir kavram gelmiş, devletin de toplumun da demokratikleşmesi. Dünya bu hedeflerde değişiklik yaparken biz farkına bile varmamışız. Bunun ürettiği sorunlar, dünyadaki değişim ve kimlik sorunuyla birlikte önümüze geldi.

– Niye yapmıyoruz peki?
Bu en çok AK Parti ve BDP’yi ilgilendiren bir konu. Kimlik siyaseti eskinin defolarını ortaya çıkarmak için gerekliydi ve kamuoyu bunu gördü. Ama yeniyi, kimlik talepleri üzerinden kuramayız. Çünkü Türkiye sadece Kürtlerden, dindarlardan ibaret değil. Tıpkı 2000 öncesi sadece modernlerden ibaret olmadığı gibi. Dolayısıyla şimdi yeni bir hayat tarzı kurmamız lazım. Ama bunu yapacak partiler hala kimlik siyasetinden çıkamadığı için yeni hayatın kurallarını oluşturamıyoruz.

KÜRT KORKUSU VAR
– Daha çok BDP suçlanıyor bu konuda ama siz ‘Hepsi kimlik siyaseti yapıyor’ mu diyorsunuz?
Evet, şu andaki partilerin hepsi kimlik siyaseti yapıyor. Yönetim sistemini baştan aşağıya ters yüz etmemiz lazım. Bütün dünyada ulus devletin rolü değişiyor. Özü itibarıyla Türkiye’deki bütün tartışmalarda iki şey var: Birincisi devletin kendi güçlerinden vazgeçmek istememesi. İkincisi devlet, siyaset ve bürokraside Kürtlere dair var olan korku. Yönetim reformunu yapamıyorsak bunda ‘Kürtlere de aynı yetkileri verirsek’ korkusu var. ‘Kürtler iyi örgütlenemesin’ diye ifade özgürlüğünü daralt, ‘Kürtler barajı aşamasın’ diye yüzde 10 barajını tut… Dolayısıyla Kürtleri cezalandırırken aslında kendimizi de cezalandırıyoruz. Bunun karşısında kim kazanıyor? Devlet. Devlet bu ülkede özü itibarıyla hala vatandaşları denetlemek ve hayatını Ankara’dan kurgulamak üzere kurulu.

ATAYA SAYGI GİTTİ, YERİNE GÜNAH GELDİ
– Sonuç olarak muhafazakarlık artmıyor mu diyorsunuz?
Bir kere muhafazakarlık, milliyetçilik ya da daha genel olarak değerler zaten öyle tansiyon gibi her gün 3 derece çıkıp, 5 derece düşmez. Kuşaklar gerekiyor bu tür değişiklikler için. Bu açıdan hayır, artmıyor. Ama muhafazakarlığın dinamikleri değişiyor. Türkiye 3’te 1 modern, 3’te 1 referanslarını geleneklerden alan muhafazakarlık, 3’te 1 de referanslarını dinden alan bir muhafazakarlık kümelerinden oluşuyor. Bugün modernlerin içinden muhafazakara dönüşen insan yok. Çünkü insanlar bir hayat tarzı seçiyor ve onu her gün sorgulamıyor. Ama göçle beraber gelenekler çözülüyor. Dolayısıyla hukuka, toplumsal yapılara ve devlete güvenmeyen, metropole gelişiyle bütün aidiyetini kaybetmiş ve paniklemiş, özgüvensiz bir insan; kaybolan geleneklerin yerine sarsılmaz bir referans arıyor ve bu referansı dinden alıyor. Yani eskiden “ataya saygı’ diye babamın yanında içmezken şimdi ‘günah’ diye içmiyorum, değişen şey bu. Ve dini referanslı muhafazakarlık daha kabarık yaşanan bir muhafazakarlık olduğu için görünürlüğü artıyor diyebiliriz. Onun için de muhafazakarlık geleneksel hayatın ağırlıkta olduğu gibi Tokat, Çorum gibi yerlerde değil; metropollerde daha çok artıyor.

Toplumun ağrı eşiği düştü huzursuzluk giderek artıyor
– Önümüzdeki dönemde yeni bir parti bekliyor musunuz?
Şimdilik hayır. Abonelerimizle gizlilik sözleşmesi yaptığımız için size rakamları veremem ama şunu söylemek mümkün: 2012 Türkiyesi’nde huzursuzluk giderek artıyor. Toplumun önemli bir kısmı emniyet şeridine arabaları çekti, dörtlüleri yaktı ve ‘Görün beni’ diye bekliyor. İlk 9 yılında AK Parti’ye oy verse de vermese de, ‘ülke yönetiliyor’ derken ‘Şimdi ne oluyoruz, acaba yönetilemiyor muyuz?’ gibi bir duyarlılık gelişiyor. Hepimiz titremeye başladık, toplumun ağrı eşiği düştü çünkü. O yüzden hükümetin ve AK Parti’nin ‘Meselelere bu kadar hakimken, toplumun bu kadar desteğini almışken, toplumdaki huzursuzluk neden artıyor’ diye oturup, düşünmesi lazım.

– Türkiye’de toplum tepkisiz diye bir algımız var. Doğru mu?
Tarihe baktığımızda devlete karşı örgütlenmek ve hak talebinde bulunmanın sonucu hep kıyım olmuş. Halkın kıyıma uğramadan, hapislere düşmeden tepkisini gösterebildiği tek şey var; seçimler. O yüzden de bu toplum her seçimde istemediği iktidarı değiştiriyor. Geçmişte 16 seçim var, 7-8’inde iktidarı değiştirmiş. Ve hepsinde ‘Düzeni değiştireceğim’ diyerek oy vermiş.

– Bu tarz toplumun yönetilmesi daha mı kolaydır?
Eğer değişim misyonuna sahipsen bu toplumdan destek alman her zaman kolay. Tabii ki bu vizyonu o topluma hangi dilden, hangi araçlarla, nasıl bir siyaset tarzıyla anlattığının da önemi var. Onun için hem kolay hem zor.

– Mevcut partileri fotoğraflarsanız ortaya nasıl bir tablo çıkıyor?
80’ler sonrasında dünyada ve Türkiye’de ‘Sanayi toplumundan bilgi toplumuna’ diye kodlanmış bir kırılma var. Bu kırılmanın önemli özelliği gündelik hayatın hızının, kimyasının, ruhunun değişmiş olması. Siyasi partilerin başarılı olabilmesi için gündelik hayatın dertlerinden beslenip geliyor olmaları, insanların gündelik dertlere ideolojilerle değil; somut çözümlerle cevap üretmeleri lazım. Bu beslenme ilişkisi şu anda sadece AK Parti’de ve biraz da BDP’de var. MHP ve CHP’nin meselesi hayatla karşılıklı ilişkisinde yatıyor. Gündelik hayatla karşılıklı beslenme ilişkisi olmadığı zaman ne kendisini yenileyebiliyor ne de buradaki hayata etki edebiliyor.

– Kılıçdaroğlu’nun yeni CHP’si istenilen hedefe ulaşamadı mı?
Bunu söylemek için erken. Önlerinde 3 seçim var ve o başarı karnesini seçmen verecek. CHP’yle örnek veriyoruz ama aynı yenilenme gayreti MHP’nin içinde de var. Taban veya toplumda ‘Milliyetçi olmak neden devletin demokratikleşmesine karşı çıkmayı gerektirsin’ tartışması var ama bu MHP yönetimine ne kadar yansıyor, kurultaylarında göreceğiz.

14 MİLYON İLK KEZ 60 MİLYONU GÖRDÜ
– Toplumda muhafazakarlık, tartışmaları kadar arttı mı gerçekten?
Önce şuradan başlamak istiyorum: Türkiye 75 milyon ve bu ülkede 14 milyon insan GSMH’nın yaklaşık yüzde 65’ini karşılıyor. 14 milyon insan aşağı yukarı 650 milyar dolarlık bir ekonomiyi yönetiyor. Bir de geri kalanı paylaşan 60 milyonluk başka bir kitle var. Yıllardır bu 14 milyon diğerlerini görmeden sorunsuz yaşadı. Son 30 yıldaki göç, ekonomi ve iletişimdeki gelişmelerle beraber bu 14 milyon ilk defa kendi akvaryumunun dışında bir kitlenin de var olduğunu fark etti. Onlar sanıyordu ki, bütün ülkedeki kadınların başı açık, bütün ülkede milliyetçilik onunki kadar… Ama sonra gördü ki, bu 60 milyon farklı. Şimdi onları yargılayarak, “kötü’ diye bakıyor. O yüzden bu tartışmaları çok absürd buluyorum. Bizim akvaryumun içinden bakıyoruz Türkiye’ye…

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.