Kutuplaşma, ötekileştirme ve manevi şiddet

Son günlerde yoğun tartışmaları olan “Mavi Marmara’ya İsrail baskını” ve “dış politikada eksen kayması” meseleleri üzerine bir anket yapsak, sonuçlarının ne olacağını merak ediyor musunuz?

Hepimiz, bu yazıyı okuyan okur da sonuçların ne olacağını neredeyse yüzde yüz isabetle tahmin edebilir. Genel ortalama üzerinden bakıldığında yüzde 50-55 oranında “hükümetin İsrail’e tepkisi doğru” ve “eksen kayması yok”, yüzde 45-50 oranında “hükümet yanlış yaptı” ve “eksen kayıyor” cevabı çıkar. Bu cevapları verenler kim diye baktığınızda bir partinin taraftarlarının yüzde 80’nin bir yönde, diğer partinin taraftarlarının yüzde 80’nin de diğer yönde olduğunu görürüz.

Ya da ekranlardaki tartışma programları başlarken, katılımcılarını gördüğünüzde, tartışılan konu üzerinde hangisinin ne söyleyeceğini, nasıl pozisyon alacağını, daha ilk cümlesinde anlıyorsunuz değil mi?

İşte budur kutuplaşma dediğimiz. Muhakemelerin yitirilmesi, kör pozisyon alış ve öngörülebilirlik.
Okuru bıktıracak kadar sık yazıyorum kutuplaşma meselesini. Üç yıldır nasıl bir belaya girmekte olduğumuzu, bu beladan kurtulamazsak ne tür bir batağa saplanacağımızı her fırsatta anlatmaya çalışıyorum. Çünkü yaşanılan şey değişimin sancılarından daha ötede bir beladır. Eğer bu belayı çözemezsek de yaratacağı sonuçlar ve yeni belalar göğüslenebilir şeyler olmayacaktır.

Çünkü taraflar yalnızca siyasiler, ekranlarda gördüklerimiz ve makalelerini okuduklarımız değil. Sade vatandaş, toplum ve gündelik hayat giderek kutuplaşmanın içine düşmektedir. Eğer yalnızca siyasiler, yorumcular, kanaat önderleri olsaydı, daha kolay çözülebilir bir sorun konuşuyor olacaktık. Fakat giderek değerlerin ve yaşam biçiminin siyasileştiği, gündelik hayatın daha çok etkilendiği bir siyasi kutuplaşma yaşıyoruz.

“İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse, öbürüne sağır”

Kutuplaşma halinin en önemli sonucu ötekileştirme. Karşı tarafta olduklarını varsaydıklarımıza giderek kulaklarımızı tıkıyor, gönül gözümüzü kapatıyoruz. İsmet Özel’in mısrasıyla, “insanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse, öbürüne sağır”.

Dikkatinizi çekiyor mu, medyada en çok tartışılan, ses getiren şeyler, kendi kutuplarından birinin güzel bir yazısı ya da analizi değil. Öbür tarafta olduğu varsayılan birisinin, kendi tarafına aykırı ve beklenenin dışında bir şey yazdığında, söylediğinde oluyor. Sevinç çığlıkları atılıyor, “bakın, o da öyle söyledi” diye. Herkes birbirini “kendi cenahını niye eleştirmiyor” diye suçluyor.

Manevi şiddetin dili her yeri ve herkesi esir alıyor giderek. Bir kutbun varsayımlarına, takıntılarına, korkularına dokunan en küçük bir söz, yazı, tutum müthiş bir küfür, kıyametle karşılanıyor.

Kanaat ve fikir diktaları her kutbu esir almış. Kutbunuza, size kondurulan tarafa aykırı bir sözünüzde, “ama”, “fakat” dediğinizde diktalar hemen size ayar veriyor.

Öfke, aklın fikrin, serinkanlılığın yerine geçiyor giderek.

Hatırlatmak isterim, kutup dediklerimiz de sonuçta aynı bütünün, aynı toplumun parçaları, kesimleri, kümeleri ve yurttaşlarıdır. Ortak kadere olan inancımızın ve ortak geleceğe olan umudumuzun diriliği ve heyecanı bu sorunu aşmamız yolunda başlangıç noktamızdır.  Yani ötekileştirdiklerimiz, karşı kutupta olduğunu ve hatta hayatımıza, yaşam tarzımıza düşman olduklarını varsaydıklarımız aynı zamanda kader ortaklarımızdır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.