‘Ama’ ile konuşmak

 

Gündelik konuşma dilinde sıkça kullanıyoruz “ama” kelimesini. Herhalde en sık kullandığımız kelimelerden. Gece dışarıya çıkmak isteyen kızımıza “sana güveniyorum ama ortam kötü” ya da “ama erkeklere güvenmiyorum”. İşyerinde de “şu yetkiyi sana devretmek istiyorum ama bu iş özel, daha sonra”.


Kendi dışımızdaki hayata, ülke hayatına bakarken daha da sık kullanıyor, bolca “ama” şeklinde devam eden cümleler kuruyoruz. “Yerel yönetimler güçlendirilsin ama ya yetersiz adamlar seçilirse”, “demokrasi ama haklarını yanlış kullanırlarsa”, “ben demokrat bir adamım, her şey konuşulsun ama kutsallarıma da laf söyletmem”.

O “ama” diyen cümleler ikiyüzlülüğümüzün, gerçekte cümlenin birinci kısmında söylediğimize inanmadığımızın delili.

Bu ikiyüzlülüğün sebebi yalancılığımız değil, çokça gerçek sebep samimiyetsizliğimiz. Gerçekte kızımıza, işyerindeki arkadaşımıza, oy veren seçmene, bizden farklı düşüncelere güvenmiyoruz, inanmıyoruz. Bu güvensizliği açıkça beyan etmenin kabul edilir, doğru olmadığının da farkındayız içten içe.

O nedenle çok büyük çoğunluğumuzun gündelik hayatta yaptıkları, ettikleri, söyledikleri ile içselleştirdikleri, inandıkları gerçek düşünceleri farklı. Bu farklılığın en net şekilde görüldüğü alanlar var, demokrasi gibi, hak ve özgürlükler gibi, kadına bakış gibi.

Siyasal meselelere dair konuşuyorsak eğer, özellikle son yıllarda yaşanmakta olan kutuplaşma nedeniyle, kendimiz için ve kendi alanımız kadar demokratız. Karşıt fikirlere, kendi kutsallarımıza, kendi doğrularımıza uygun olmayan her fikre, davranışa, tutuma karşı müthiş hoyrat olabiliyoruz. Farklı fikir ve tercihlere farklılık olarak değil, kendi alanımıza tehdit, adeta düşman olarak algılıyoruz. Siyasal alandaki bu samimiyetsizliğin tartışmalarını da zaten çatışmacı bir dilden ve çözüm üretmeyen, kutuplaşmayı artıran bir zeminde konuşuyoruz.

Toplumsal meselelerdeki samimiyetsizliğimizin ise daha derin sebepleri olduğunu sanıyorum. Bu samimiyetsizliğin altında ise birbirimize güvensizlikten daha çok toplumsal ve hukuksal kurumlara ve kurallara olan güvensizlik duygusu yatıyor.

Bireysel hayatlarımızda, yalnızca kendimizi, ailemizi ilgilendiren sorunları şu veya bu biçimde, formal ya da informal, meşru ya da gayri meşru yoldan da olsa çözüyoruz. Yalnızca kendimizi ilgilendiren gelir elde etme, barınma gibi meselelerde kurallara, yasalara, toplumun normallerine ve hatta ahlaka aykırı bile olsa önümüze konana razı olmadan, her şeyi yapmaya hazır oluyoruz.

Sorunumuzun toplumsal meselelerde hepimizi ilgilendiren ortak dertlere çözüm aramakta çıkıyor. Çünkü ortak dertlerimize, ortak çözüm üretme mekanizmalarımız yok. Devlet başından itibaren vatandaşına güvenmediği için, bireylerin örgütlenme ve ortak iş yapma alanlarında yasaklar, kısıtlamalar var. Sokağın, mahallenin dertlerini konuşuyorsak, o dertlere çözüm arıyorsak örgütlenmenin önünde hala engeller var. Örgütlenmeyi başarsak muhtarlıkta, belediyede o sorunlara müdahale olanağı yok. Hayata yönetme mekanizmaları içinde örgütlü bireylerin temsili, çözümlere müdahale yolları yok.

Bireylerin toplumsal kurumlara ve hukuka olan güvenlerinin düşük olduğunu ise araştırmalardan biliyoruz.

Öte yandan kentleşmeyle beraber, kalabalıklaşan sokaklarda, mahallelerde tanış olma, bildik olma halleri kalmadı.

Gündelik hayatın hızlanan ve karmaşıklaşan ritmi içinde bireyler, hem toplumsal kurumlara olan güvensizlikleriyle, olmayan ya da kısıtlanmış ortak iş yapma olanaklarının eksikliğiyle, birbirlerine karşı da hayata karşı da güvensizlik üretiyorlar.

Bu farklı dinamikler ve nedenler bir arada güven duygusunu azaltmakla beraber içten içe de doğru davranışa dair kodlarımız var. O zaman da bolca “ama” ile bağlanmış ikili cümleler kullanıyoruz. Giderek inandıkları, doğru bildikleri ile davranış ve tercihleri farklı bir topluma dönüşüyoruz ama…!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.